2018’de Türk dış politikasında yaşananların bir özetini yapmak istediğimde, “Hayır Diyebilen Japonya” adlı kitabı hatırladım. 1989’de yayınlandığında ses getiren ve bazı tabuları yıkan kitapta vurgulanan temel husus, Japonya’nın tam bağımsız ve kendi inisiyatifiyle hareket edebilen bir ülke olabilmesi için ABD etkisinden kurtulması gerektiği idi. ABD’ye “hayır” demekten kaçınılmamasını savunan kitap, Japon dış politikasının 1990 sonrasında içine gireceği dönüşüm sürecinde bir dönüm noktası oldu.

Japonya 1945’ten 1952’ye kadar ABD işgali altında kaldı. İşgal sonrasında göreve gelen Japon hükümetleri ekonomiye öncelik verebilmek için ABD’nin güvenlik şemsiyesi altına girip savunma ve dış politikasını ABD’nin Soğuk Savaş politikaları ekseninde şekillendirmeye razı oldu. 1990’a gelindiğinde muazzam ekonomik büyüklüğüne rağmen, uluslararası siyasette önem arz etmeyen bir Japonya vardı. “Ekonomik dev, siyasî cüce” tabiriyle nitelendirilen Japonya; uluslararası siyasette edilgen, etkisiz, pasif ve hatta aciz bir ülke konumundaydı. Bu durum, Japon milliyetçilerini rahatsız eder boyuta ulaşmıştı ve “küresel ekonomide güçlü olduğumuz kadar siyasette de güçlü olmalıyız” fikri yaygınlık kazanmaktaydı. Japonya’nın daha etkin, proaktif ve “ABD’den bağımsız” davranabilen bir ülke olmasına yönelik beklentiler artmaya başlamıştı. Japonya 1990’lardan sonra kendi inisiyatifini öne çıkarmaya başladı.

Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin ABD ve Batı Bloğu açısından taşıdığı anlam ve önem, Japonya’nın anlam ve öneme benzer bir nitelik arz etti. NATO üyeliği ile birlikte Türkiye’nin ABD’ye olan angajmanı arttı ve Batı içindeki yeri sağlamlaştı. Bu Türkiye’nin artık bağımsız olamayacağı anlamına gelmese de Türkiye’nin bir sınırı olduğu anlamına geliyordu ki bu sınır kutuplar arası mücadeleye göre çiziliyordu.

SSCB’nin dağılmasıyla iki kutupluluk ortadan kalkınca uluslararası sistemde yaşanan dönüşüm süreci, Türkiye’nin de önüne yeni fırsatlar çıkardı. Türkiye, yeni bölgesel güçlerin yükselişe geçtiği, ABD’nin siyasî ve ekonomik hegemonyasının sarsıldığı, Rusya ve Çin’in küresel güçler hâline geldiği 2000’li yıllarda uluslararası sistemdeki yerini sorgulamaya başladı. Son yıllarda, bölgemizde yaşanan bazı gelişmelerde ABD/NATO tarafından yalnız bırakılan Türkiye, geleneksel dış politika davranışlarından farklılaşan tavırlar sergiledi ve kaçınılmaz olarak ABD ile bazı gerginlikler yaşandı.

ABD’nin Türkiye’nin çıkarlarının hilâfına davranmaktan çekinmemesi, Türkiye’nin NATO ittifakını sorgulamasını gerektirirken Şangay İşbirliği Örgütü gibi nispeten yeni ve Avrasya merkezli ittifaklar daha sık gündeme gelmeye başladı. BRICS ülkeleri küresel seviyede önemini artırırken Rusya’nın Avrasya Ekonomik Birliği ve Çin’in “Bir Yol Bir Kuşak” gibi projeleri giderek önem kazandı ve Türkiye bu gelişmelere kayıtsız kalmadı. NATO müttefikleri kendi aralarında tartışmaya başlarken, Rusya ve Çin etki/nüfuz alanını genişletti.

Türkiye “büyüyen Avrasya” ile “gerileyen Batı” arasındaki çekişmede kimi zaman ilkinin kimi zaman da diğerinin tarafında pozisyon aldı. Bu durum Türkiye’ye hareket alanı açarken, küresel rakipler arasında dengeleme politikası izleyerek millî menfaatlerini koruma kapasitesini artırdı. Örneğin, ABD’nin PKK/YPG terör örgütüne destek vermesi ve Türkiye’nin güvenlik kaygılarına kayıtsız kalması üzerine (ABD’den gelen yaptırım tehditlerine rağmen) Rusya’dan S-400 savunma sistemi alma kararından geri dönmedi. Buna benzer diğer bazı gelişmeler, Türkiye’nin “hayır diyebilen ülke” olduğunu açıkça ortaya koydu. Bunun somut zorlukları olsa da Türkiye’ye kazandırdıkları da oldu.

Bilhassa Aralık ayında yaşanan bazı gelişmeler gösterdi ki 2018 yılı, “hayır diyebilen Türkiye” için bir dönüm noktası teşkil etti. Bunun örneklerini ve ardında yatan sebepleri bir sonraki makalemde irdeleyeceğim.