Emekli Dışişleri mensubu Akın Özçer, Emmanuel Macron liderliğindeki Fransa'nın Türkiye tutumuna ilişkin çarpıcı bir analiz kaleme aldı.
AA'da yer alan analiz şöyle:
10-11 Aralık’ta Brüksel’de düzenlenen Avrupa Birliği (AB) Liderler Zirvesi’nde bir kez daha görüldüğü üzere, Fransa Türkiye karşıtlığı politikasını AB içinde bölünmelere yol açtığı halde inatla sürdürüyor. Le Monde’un konuyla ilgili “Bölünmüş 27’ler Türkiye’ye karşı minimal yaptırımlar kabul etti” başlıklı haberinin spotunda, “Erdoğan rejimine” karşı daha ağır önlemlerin “Almanya’nın isteğiyle ileri bir tarihe ertelendiği” ifadesi yer alıyor.
Macaristan ve Bulgaristan’ın Ankara ile iyi ticari ilişkilerini tehlikeye atmak istemediği, İspanya, İtalya ve Malta’nın da aynı gerekçeyle Almanya ile birlikte “ihtiyatlı” bir tutum izlediği belirtilen haberde, “Erdoğan’ın belalısı” olarak tanımlanan Fransa’nın ise “Yunanistan ve Kıbrıs’ın (GKRY) egemenlik ve istikrarını savunduğu”, ayrıca “Türkiye’nin Libya, Orta Doğu ve Karabağ’da istikrarsızlığa neden olan rolüne” dikkat çektiği vurgulanıyor.
Fransa'nın çelişkileri
Fransa’nın Emmanuel Macron’un cumhurbaşkanlığı döneminde zirve yapan, Le Monde’un da ima ettiği bu Türkiye karşıtlığı politikası çelişkilerle dolu olduğu kadar Ankara tarafından kabulü mümkün olmayan hususlar içeriyor. İlki, kuşku yok ki Yunanistan’la yaşanagelen ve on yıllardır çözülemeyen sorunlarda Fransa’nın Kıbrıs da dahil egemenlik haklarımıza karşı Atina’dan yana ağırlık koyarak taraf olması. Fransa, son zirvede de olduğu gibi, bir süredir 27’leri de peşinden sürükleyerek Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in övündüğü gibi Türk-Yunan sorunlarını AB-Türkiye sorunlarına dönüştürmeye çalışıyor.
Fransa’nın bir başka çelişkisi, Ankara’nın Libya’da istikrarsızlığa neden olduğunu iddia ettiği rolü. Macron Türkiye’yi Birleşmiş Miletler’in (BM) Libya’ya silah ambargosunu delmekle suçluyor. Ama es geçtiği husus Türkiye’nin BM tarafından tanınmış olan Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) savunmasına katkıda bulunuyor olması. Fransa ise bu çıkışıyla UMH’yi, karşısında yer alan darbeci General Halife Hafter’in güçleriyle aynı kefeye koyarak zor duruma düşürüyor.
Ama kabul etmek gerekir ki bu politikanın, sadece AB içinde bölünmelere yol açtığı için değil, Türk-Yunan sorunlarının temelinde büyük ölçüde egemenlik sorunları yattığı için başarı şansı bulunmuyor. Fransa, Türkiye’nin Ege’de ve Kıbrıs’ta egemenlik haklarını savunmasını her ne kadar on yıldır imajı karalanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a mal etse de bu sorunların bugüne kadar Türkiye’de kim iktidar olursa olsun devam ettiği, bundan sonra da edeceği yadsınamaz bir gerçek. Ne Fransa ne de AB’nin göstereceği sopayla ya da uzatacağı havuçlarla Türkiye’yi egemenlik haklarını savunmaktan vazgeçirmesi mümkün değil. AB, bildirisinde yer aldığı gibi, bu konuyu yeni ABD yönetimi ile eşgüdüm içinde ele alsa, daha açık bir ifadeyle Cuma günü Senato’da ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası (CAATSA) çerçevesinde Türkiye’ye yaptırım kararını onayan ABD’yi de bu denkleme soksa bile bu durum değişmeyecek.
Fransa’nın bir başka çelişkisi, Ankara’nın Libya’da istikrarsızlığa neden olduğunu iddia ettiği rolü. Macron Türkiye’yi Birleşmiş Miletler’in (BM) Libya’ya silah ambargosunu delmekle suçluyor. Ama es geçtiği husus Türkiye’nin BM tarafından tanınmış olan Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) savunmasına katkıda bulunuyor olması. Fransa ise bu çıkışıyla UMH’yi, karşısında yer alan darbeci General Halife Hafter’in güçleriyle aynı kefeye koyarak zor duruma düşürüyor. Peki ama neden? UMH Akdeniz’de Türkiye ile deniz yetki alanlarını belirleyen, Libya’nın da çıkarına olan bir mutabakata imza koyduğu için mi?
Fransa’nın son çelişkisi de Türkiye’nin Karabağ sorununun çözümünde oynadığı uluslararası hukuka uygun rolü “istikrarsızlığa neden olan rollerinin” arasında sayması. Komşusunun topraklarını 30 yıla yakın bir süre işgali altında tutan Ermenistan’ın yanında yer alan ama Ermenistan’ın Azerbaycan önünde hezimete uğrayarak bu bölgeleri terk etmek zorunda kalması üzerine empatiden yoksun, son derece absürt tepkiler veren bir Fransa var önümüzde.
Fransa ile yaşanan bir başka sorun, Paris’in Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye sınırları boyunca kurulmak istenen PKK koridoruna ABD ile birlikte hareket ederek açık destek vermesidir ki bu pekâlâ doğrudan Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik saldırılara göz yummak anlamı taşıyor. Cumhurbaşkanı Emmanunel Macron’un yeri geldikçe ifade ettiği gibi, PKK bir terör örgütü, ama Suriye’deki kolu PYD/YPG’nin hakimiyetindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) destek verilmesi gereken özgürlük savaşçıları mıdır?
Gelin görün ki SDG, ABD’nin olduğu gibi, Fransa’nın da gerçek müttefiki; Türkiye’nin sınırları boyunca bağımsız veya özerk bir PKK koridoru oluşturulmasını engellemek için yaptığı operasyonlar sonucunda Suriye’nin kuzeyindeki bölgeleri kontrol altına alması “Kuzey Suriye’nin işgali” olarak ifade ediliyor. Sonuç olarak Macron için Suriye’de istikrarsızlığa yol açan eylemler ne Suriye’nin toprak bütünlüğüne aykırı olarak doğu bölgelerinin ABD şemsiyesi altında işgali, ne de SDG’ye otonom veya bağımsız devlet kurdurulması için yapılan eylemler. Türkiye’nin Suriye’de statükoyu korumaya, topraklarına mülteci akımını durdurmaya, ayrıca kendi güvenliğini sağlamaya yönelik eylemleri -Paris artık nasıl bir istikrar arıyorsa- istikrarsızlığa yol açıyor!
Fransa’nın son çelişkisi de Türkiye’nin Karabağ sorununun çözümünde oynadığı uluslararası hukuka uygun rolü “istikrarsızlığa neden olan rollerinin” arasında sayması. Komşusunun topraklarını 30 yıla yakın bir süre işgali altında tutan Ermenistan’ın yanında yer alan ama Ermenistan’ın Azerbaycan önünde hezimete uğrayarak bu bölgeleri terk etmek zorunda kalması üzerine empatiden yoksun, son derece absürt tepkiler veren bir Fransa var önümüzde. Öyle ki Fransa, Versay Anlaşması ardından dönemin Başbakanı Raymond Poincarre’nin kararıyla işgal ettiği (1923) Almanya’nın Ruhr bölgesinden çekilirken bile bu kadar tepki vermemişti.
Kabul etmek gerekir ki Senato’da yer alan beş siyasi grubun altına imza koyduğu, Macron ve hükümetini sanki aksi mümkünmüş gibi Karabağ’da hareketsiz kalmakla suçlayan, dahası Azerbaycan’ı “askeri saldırısından” ötürü kınayan ve Dağlık Karabağ’ın siyasi bağımsızlığını tanımaya çağıran bildiri aslında Türkiye karşıtlığı politikasının mimarının tek başına Macron olmadığını ortaya koyuyor.
Hollande'dan Macron'a tam destek
AB Zirvesi’nin başladığı 10 Aralık sabahı devlet televizyonu France 2’nin “Les 4 Verités” programına çıkan ve Caroline Roux’nun yönelttiği sorulara yanıt veren Fransa’nın bir önceki sosyalist cumhurbaşkanı François Hollande, Macron ve hükümetinin Türkiye karşıtlığı politikasına tam destek verdi. Hollande, cumhurbaşkanımızın Macron’a yönelik Fransa’nın İslamofobi ve ırkçılıktan kangren olduğu mealindeki sözlerini hatırlatan Bayan Roux’ya cevaben, “Türkiye cumhurbaşkanının aylardır böyle sözleri hatta eylemleri de oldu. İşte Suriye’de, Ermenistan’da, Libya’da. Yunanistan’la ilgili olarak da. Türkiye bir NATO üyesi. Ben görevdeyken de birçok kez dile getirdiğim gibi, bir ittifak üyesinin cumhurbaşkanı başka bir üye devlet başkanı hakkında hakarette bulunursa ayrı bir yere konulur (…) Bugün de AB liderler toplantısı var; oradan da Türkiye için yaptırımlar çıkacak (…)” ifadelerini kullandı.
Sonuç olarak Türk-Fransız ilişkilerinin, Fransa Türkiye’nin güvenlik ve refahını tehlikeye atan, egemenlik haklarını hiçe sayan politikasından vazgeçmediği ya da bu politikanın hiç işe yaramadığını görmediği sürece düzelmeyeceği yadsınamaz bir gerçek.
Hollande’ın bir bölümünü mealen aktardığımız sözleri Türkiye karşıtlığı politikasına Yunanistan/Kıbrıs, Libya, Ermenistan ve Suriye boyutlarıyla katıldığını ortaya koyuyor. Kendisinin Zeytin Dalı operasyonu sırasında Le Monde’a verdiği mülakatta, “Türkiye ne biçim NATO müttefiki, bizim öz müttefiklerimize (nos propres alliés) saldırıyor” dediğini her vesileyle aktarıyoruz. Ama terör örgütlerine insan zekasıyla alay edercesine böylesine açık desteğin klasik Fransız dış politikasında yer aldığını söylemek pek mümkün değil. Aynı şey Fransa’nın Türk-Yunan sorunlarına açıkça taraf olması hususunda da geçerli. Ermeni konusu diasporayla yakın ilişkideki Fransız siyasetçilerce öteden beri üstleniliyor olsa da Fransa’nın yine böylesine açık bir Türkiye husumetine yönelmesinin ya da bunu açığa çıkarmasının 11 Eylül’le başlayan ve düşman olarak komünizmin yerine İslam’ı koyan ABD kaynaklı Batı ideolojisinin ürünü olduğunu kabul etmek gerekir.
Fransa özelinden bakıldığında, ikili ilişkilerde 1999 Helsinki Zirvesi ile esen olumlu havanın 11 Eylül’den sonra Le Pen cephesinden gelen İslam düşmanlığıyla bozulmaya başladığı, Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı yolundaki önlenemez yükselişiyle birlikte geliştiği ve sağ partilerin Türkiye’nin AB üyelik sürecini imtiyazlı üyelik önerisiyle adeta yok etmesiyle bugünkü sorunlu döneme girildiği görülüyor. Sonuç olarak Türk-Fransız ilişkilerinin, Fransa Türkiye’nin güvenlik ve refahını tehlikeye atan, egemenlik haklarını hiçe sayan politikasından vazgeçmediği ya da bu politikanın hiç işe yaramadığını görmediği sürece düzelmeyeceği yadsınamaz bir gerçek.
Aslında ikili ilişkilerin tam anlamıyla düzelmesi yazıldığı kadar da kolay değil. Le Monde’un “Ankara Kafkas satranç tahtasında piyonlarını ileri sürüyor” başlıklı bir başka haberinde kabul ettiği gibi, Kafkasya’da oyun dışında kalan Fransa’nın Türkiye karşıtlığı politikası tümden iflas etse bile Türk-Fransız ilişkilerinin hiçbir şey olmamış gibi bir çırpıda rayına oturması mümkün değil. Belleklere kazınan bu husumet politikası, Fransa’ya Türkiye’de duyulan güvensizliğin olası olumsuz sonuçlarıyla birlikte birkaç kuşak sürmesine yol açacak ne yazık ki.