MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili Kamil Aydın, uluslararası siyasi gelişmeler ışığında Türkiye’nin kendini çevreleyen denizlerde de rahat ve huzurlu olmadığını belirterek, “Örneğin, bir taraftan ABD'nin ve AB'nin, öte yandan Rusya'nın mücadele alanını Karadeniz'e kaydırdığının farkındayız" dedi.
Aydın, "Son yıllarda Akdeniz'de özellikle hidrokarbon kaynak arayışı süreciyle başlayan yeni bir kriz eklenmiştir. Yani Barbaros Hayrettin'in Türk gölü hâline getirdiği 16'ncı yüzyıldan beri yaklaşık beş yüz yıllık hâkimiyet ve egemenlik alanımız olan ve bugün de "mavi vatan" dediğimiz bölgede Türkiye bir oldubittiye getirilmeye çalışılmaktadır” şeklinde konuştu.
MHP Genel Başkan Yardımcısı Aydın şunları söyledi:
"İnsanlık tarihi sırasıyla avcı-toplayıcı, tarım-hayvancılık ve akabinde birey algısının ve onun zihinsel kapasitesinin öncelenmesiyle sanayi toplumları aşamalarından geçtiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Buna paralel olarak, toplumsal yapıların da klanlardan, kabilelerden feodal yapılara ve imparatorluklara oradan da ulus devlet yapılarına evirildiğini biliyoruz.
Skolastik Ortaçağ Avrupasında; feodal uygulamalar sonrası özellikle siyasi tarihe kanlı 30 yıl mezhep savaşları olarak geçen olaylar akabinde Westfalya Anlaşması ile sistematik bir yapıya dönüşen eşitlik ve egemenlik odaklı ülkesel yapılara geçiş sağlanmıştır. Akabinde Fransız ihtilali sonrası daha sistematikleşen ulus devlet modelleriyle ulusal çıkarların ve ulusal egemenliklerin merkeze alındığı uluslararası ilişkiler algısı etkinlik kazanmaya başlamıştır.
Böylece, çok uluslu bir yapıya bürünen Avrupa’nın zaman zaman kendi aralarındaki egemenlik ve çıkar çatışmaları yansıra, hasta adam olarak yaftalayıp kirli plan ve projeler üreterek Osmanlı Devleti ve onun hâkimiyetindeki 24 milyon km² coğrafyayı ortak paylaşım alanı ilan ettikleri de tarihi bir gerçektir.
Diğer bir ifadeyle; 1. Dünya Harbi ve beraberinde açılan onlarca cephe ve Batı tahrikli ve destekli isyanlar serisi başlamış ve Osmanlı Devleti dağılma sürecine girmiştir. Batının 17. Yüzyılda başlattığı uluslaşma sürecini ancak 300 yıl sonra zor şartlarda başarabilme kabiliyetini göstererek yüksek azim ve kararlılıkla halklar aşamasından yeniden dirilişle millet olma bilincine erişen Türk Milleti bir anlamda Sevr’i ters yüz edip Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurarak egemen uluslar topluluğuna katılmıştır.
Aynı zamanda, dünden bugüne uluslararası mücadelenin ve mücadele yöntemlerinin sürekli değiştiğine de tanıklık etmekteyiz. Zaman zaman dünya savaşları, iç savaşlar, isyan ve ayaklanmalar şeklinde tezahür eden bu mücadele gerçeği ışığında, Türkiye’nin de her durum ve şartta en köklü devlet olma geleneğinden edindiği tecrübeyle çevresinde ve dünyada olanlara kayıtsız kalması beklenemez.
Yani, dün olduğu gibi bugün de Ortadoğu başta olmak üzere yakın coğrafyamızda eşitlik ve egemenlik odaklı uluslararası anlaşmalardan ve bağımsızlık karakterine bağlılığından hareketle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin her türlü inisiyatif ve sorumluluk alma zorunluluğu vardır. Çünkü devir bekle gör ya da bana değmeyen yılan bin yaşasın devri değildir; aksine olası olumsuzlukları, tehditleri ve felaketleri önceden engelleme adına uluslararası düzeyde pro-aktif bir yaklaşım öncelemektir.
Bunun en belirgin örneğini yakın tarihimizde Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarında çok açık bir biçimde ortaya koyduk. Yani içeriden ve dışarıdan terörle zaafa uğratılmaya çalışılan ülkemiz, uluslararası yapılarla oluşturulan lojistik destekle köşeye sıkıştırılarak güney sınırımızda bir prefabrik vekalet yapı oluşturmaya yönelik tüm planları, alınan hızlı karar ve inisiyatif ile etkisizleştirmiştir. İlginç ve kabul edilemez olan ise; bir taraftan Türkiye’nin her yerinde canlı bomba ve patlayıcı yüklü araçlarla yapılan terör saldırılarının artması, öte yandan güney sınırımızdan maruz kaldığımız terör saldırılarından dolayı alınan terörü kaynağından yok etme kararına o gün karşı çıkan zihniyet, bugün de Doğu Akdeniz’de ön açıcı bu hamlemize karşı çıkmaktadır. O gün bataklık mazeretine sığınanlar bugün de en büyük kıyı şeridine sahip ülkemiz için buraları bataklık göstermeye çalışmaktadırlar.
Günümüz uluslararası siyasi gelişmeler ışığında Türkiye kendini çevreleyen denizlerde de rahat ve huzurlu değildir. Örneğin; ABD-AB ve Rusya’nın mücadele alanının Karadeniz’e kaydırıldığının farkındayız. Ukrayna ve Gürcistan’daki gelişmeler Bulgaristan ve Romanya’nın Avrupa Birliği üyesi olması bölge ülkelerini yeni bir kaosa sürüklemeye açıktır.
Öte yandan, Ege’deki adalar ve kıta sahanlığı sorunları hala devam etmektedir. Son yıllarda buna bir de Akdeniz’de özellikle hidrokarbon kaynak arayışı süreciyle başlayan yeni bir kriz eklenmiştir. Yani Barbaros Hayrettin’in Türk gölü haline getirdiği 16. Yüzyıldan beri yaklaşık (1522) 500 yıllık hâkimiyeti ve egemenlik alanımız olan ve bugün de mavi vatan dediğimiz bölgede Türkiye bir oldubittiye getirilmeye çalışılmaktadır.
Daha açık ifade etmek gerekirse; Yunanistan ve GKRK başta olmak üzere Mısır’ın, İsrail’in bugüne kadar gerek kendi aralarında ve gerekse Libya ile ikili ticaret anlaşmaları yaparken veya tek başlarına münhasır ticaret alanları ilan ederken, artık bekle görden (ya da bana değmeyen bin yaşasın) mantığından hareket ederek edilgen kalmak yerine hamle yapıp ön almak, yani pro-aktif davranmak kaçınılmaz bir hal almıştır. İşte bu anlaşma ile yapılan da odur.
Buna mukabil maalesef dün hamlesizlik eleştirileri yapıp, denizlerde özellikle Yunanistan’ın hak gaspını işaret edenler, bugün yapılan ön alıcı hamlelere karşı rahatsızlıklarını ifade etmektedirler.
Milli güvenliğimiz, deniz hukukumuz ve insani sorumluluğumuz açısından böylesine önemli bir meselede; siyaset üstü, ülküsel ve ilkesel davranıp öyle karar vermemiz gerekirken ipe un serme, bağcıyı dövme amaçlı eleştiri ve muhalif hamleler özgüvenden yoksun, aşağılık kompleksi içeren ezik bir psikolojinin tezahürüdür. Yapılan eleştirilere baktığımızda birkaç tutarsız iddiadan öteye gitmediğini görmekteyiz. Örneğin sıklıkla dile getirilen eleştirilerden birincisi; bölgede yalnız bırakıldığımız iddialarıdır.
1. Akdeniz’de yalnız kaldık /İsrail/Mısır/ Yunanistan/ GKRK Rum Kesimi/ile neden anlaşması yapıyoruz? (Sanki şartlar oluştu da biz yok dedik) MHP olarak 2004 Yılında Kıbrıs’ta yapılan referandumda Annan Planı gibi garabet bir şeye dahi Türkiye rıza göstermiş ama Rumlar tarafından itibar edilmemiştir. Uluslararası boyutta yapılacak hamleler ve atılacak adımlar ulusal çıkarlarımız gereği Ankara merkezli Türkiye’ye göre, Türkiye için ve Türkiye tarafından eyleme dönüştürülmelidir.
2. Gündeme getirilen diğer eleştirel bir husus; 2011 de Kaddafi’ye uygulanan ambargo bağlamında Libya’ya askeri yardım yapılması yasağını içeren 1970 Sayılı BM Kararının engel olarak gösterilmesidir. Sanki bugüne kadar Irak/Suriye ve Libya da illegal yapılara bu kararı alan büyük güçlerin silah satışını dile getirip eleştirip protesto ettik. Hafter’in kullandığı silahlar bir tarafa; milis kuvvet gönderip hava sahanlığını ihlal eden ülkelere yönelik tek bir suçlamada bulunmamaktadırlar. Elbette ki bu kararın varlığının ışığında gündeme alınan bir anlaşmadır yapılmaya çalışılan şey;
3. AB Yunanistan’ın yanında yaptığımızı kabul etmiyormuş; Avrupa Birliğinin üyesi olmadığımızdan dolayı üyeleri olan Yunanistan ve GKRK’ den yana tavır alınmasının da hukuki bir dayanağı yoktur; sadece bir üniversitenin hazırladığı belgeyi içermektedir.
Çünkü kıta sahanlığı söz konusu olduğunda denizdeki adalardan çok anakara parçası daha önemli ve önceliklidir. (Sevilla Üniversitesi raporunu emsal göstererek büyük anakarayı yok sayıp adaları anakara parçası göstermenin hukuki bir geçerliliği yoktur.)
4. Yapılan diğer bir eleştiri de; görüşmekte olduğumuz Anlaşmanın muharip güç gönderme içerdiğini iddiasında bulunmayı içermektedir. Hâlbuki Anayasa’nın 92. Maddesi çok açık ifade etmektedir ki; muharip birlik göndermenin nihai kararı daha önce Lübnan ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi TBMM’de kabul edilmesi gereken bir teskere ile karar altına alınmalıdır. Öte yandan, metinde maddeler halinde ifade edildiği gibi; ikili anlaşmanın merkezinde kısaca amaçlanan şey; savunma ve güvenlik gücü oluşturulması adına eğitim, teçhizat ve yardım taleplerini karşılayıp koordine edilecek bir savunma ofisi kurmaktır.
Düne kadar AB tarafından üye devletlerin lehine her türlü siyasi ve hukuki ihlalleri içeren ve Türkiye’yi Antalya-Hatay arasındaki bir hatta mahkûm eden haritayla oluşan sorun bugün de 23 ülkenin kıyısının bulunduğu Akdeniz’de 60’tan fazla ülkenin muhatap olmaya çalıştığı bir Doğu Akdeniz hidrokarbon meselesi ile gündemdedir. Yaklaşık 1800 km’lik sahil şeridiyle en uzun sınırı olan bir ülke bölgede meydana gelen bir oldubittiye nasıl bigâne ve duyarsız kalabilir?
Anakara parçasından 200 deniz mili uzaklık mesafesini kıta sahanlığı ilan etme uluslararası deniz hukukunun sağladığı bir haktır. Dolayısıyla bugüne kadar düşey sınırlar ile 40.000km² alana sıkıştırılmaya çalışılan deniz kıta sahanlığımız Libya ile yapılan bu anlaşma ile diagonal hatlar oluşturarak kıta sahanlığını yaklaşık 150.000km²’ye çıkarmaktadır.
Münhasır ekonomik bölge ise bir bölge altındaki her türlü varlığın (canlılar hariç) sahipliğini ifade eder. Anakara önceliği noktasında Türkiye’nin önceliği yok sayılarak AB üyesi olmaları hasebiyle AB’nin bir üniversite (Sevilla Üniversitesi) raporunu hukuki bir dayanak kabulünden hareketle Yunan adalarını anakara parçası kabul edip Türkiye’yi kısaca bir dar alana hapsetmeye çalışmaktadır. Sayın Milletvekilleri;
M.K. Atatürk’ün 3 defa niyetlenip ikisini (1908-1911) gerçekleştirdiği Trablusgarp ziyaretleri beyhude bir çaba değildi; her türlü fakr-u zaruret içinde ümidin tükendiği bir ahval ve şerait içerisinde bile bir milis kuvvet görünümünde ecdat yadigârı topraklara gidip dönemin emperyalistlerine karşı bölge halkının direnişine katkıda bulunmuştur.
Tüm çabasıyla dayatılan her türlü Sevr talimatını yok hükmünde sayarak muhtaç olduğumuz kudretin her şeyin üstesinden gelmeye yeteceği ülküsünü bizlere aktaran Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali idealimiz, bozkurtça duruşu duruşumuzdur. Bugün de aynı duygu ve düşüncelerle hem bölgedeki varlığımıza, egemenlik ve istikbalimize büyük katlı sağlayacağına inandığımız bu anlaşmaya MHP olarak içtenlikle ve hiçbir tereddüte yer vermeden destek verdiğimizi belirtiriz."