Konya’dan dünyaya Türk’ün ışığı: Mevlâna


Mevlâna Celâleddîn, 30 Eylül 1207’de bir Türk yurdu olan Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Babası Bahâeddin Veled devrin tanınmış bir âlimiydi; annesi Mümine Hatun ise Belh emiri Rükneddin Bey’in kızı olarak soylu bir Türk hanedanına (Harzemşahlar) mensuptu. Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad, Mevlânâ’nın ailesinin Anadolu’ya gönüllü hizmete gelme talebini onları Konya’ya davet ederek onurlandırmış; babasına Konya’da medrese tahsis edilmiştir. (Bu himaye, Selçuklu Türk hanedanının Mevlânâ ailesine verdiği önemi gösterir. Mevlânâ da yetişkinlik yıllarında Konya’da bir Türk alimi olarak büyük itibar görmüştür.) Konya’ya yolculuk, sadece bir aile göçü değil, Türkistan’dan kopup gelen Türk-İslam kültürünün Anadolu’ya taşınması anlamına geliyordu. Nitekim Diyarbakır, Erganili büyük Türk aydını Sezai Karakoç, Mevlânâ’yı “Horasan erenleri kervanında, omzunda gökleri taşıyan bir çocuk” olarak tasvir eder; Sahâbe devrinden Türkistan’a emanet edilen manevî hazinelerin bu kervan ile Anadolu’ya getirildiğini söyler.
Mevlâna klasik medrese eğitimini tamamlayıp fıkıh ve tefsir alanlarında müftülük derecesine ulaşmış olsa da 1244 yılında Konya’da karşılaştığı ve manevi dünyasında adeta bir deprem yaratan Tebrizli Türk sufi/ derviş Şems(eddin) ile hayatı kökten değişmiştir. Mevlâna, 37 yaşında tanıştığı Şems’ten önce zahid/ sofu bir yaşam sürerken, Şems ile sohbetlerinden sonra adeta “Allah aşkı” ile yanmaya başlamıştır. Buna göre Mevlâna, “aslında aşk Allah’ın bir sıfatıdır” diyerek tüm sevginin kaynağının İlahi olduğunu belirtmiştir. Mevlâna, için insan, Allah’ın isimlerini yansıtacak kabiliyettedir ancak insan nefsine kapılıp asli yurdunu unuttuğu için dünyada manevi bir gurbet içindedir. Mesnevî girişindeki meşhur ney metaforu, insan ruhunun Allah’tan ayrı düşmesinin acısıyla inlediğini anlatır.
Türkistan ve Türkiye coğrafyasında “Şah-ı Nakşibend” kadar, “Mevlânâ Celâleddîn Rûmî” etkisi de günümüzde sürmektedir. Mesnevî üzerine birçok Türkçe şerh yazılmış; İsmail Ankaravî gibi sufiler, onu açıklayan hacimli çalışmalar kaleme almıştır. Böylece Mesnevî, Türk kültür coğrafyasında da entelektüel ve dinî hayatın merkezinde yer almıştır. Mevlâna’nın ikinci önemli eseri, Dîvân-ı Kebîr olarak da bilinen Dîvân-ı Şems-i Tebrizî’dir. Bu eser, Mevlâna’nın Şems ile buluşmasından sonra coşkunlukla söylediği gazelleri ve rubaileri içerir. Bu eser, Türk edebiyatında Yunus Emre’den başlayarak birçok Türk sufiyi de etkilemiştir. Örneğin, 14. yüzyılda Nesîmî ve 17. yüzyılda Niyazî-i Mısrî gibi isimler, Mevlâna’nın ilhamıyla benzer coşkun ilahi aşk şiirleri kaleme almışlardır.
Nurettin Topçu, “XIII. asırda Anadolu’ya yerleşen Türk, bu kurtuluş cihadını tekrar eline aldı ve İslâm’ın ruh ve ahlâk sahasındaki rönesansı, Mevlânâ’lar ve Yunus’ların himmetiyle bu topraklara serpildi” diyerek, Mevlânâ’nın Anadolu’da Türk milleti için bir manevî uyanış vesilesi olduğunu vurgular. Mevlânâ, Türkiye ile Türkistan arasındaki manevi köprünün hem bir mirasçısı hem de aktarıcısıdır. Babası Bahâeddin Veled’in, Anadolu’yu yurt edinen savaşçı Türklerin manevi rehberliğini yapmak üzere gönüllü geldiği bilinmektedir. Yani Horasan erenleri, Selçuklu Türklerinin gaza ruhuna destek olmak için Anadolu’ya akın etmişlerdir; Mevlânâ ve ailesi de bu hareketin parçasıdır. Bu sayede Türkistan’daki Ahmed Yesevî geleneğinden beslenen tasavvuf anlayışı, Anadolu’da Mevlânâ ile yeni bir nefes kazanmıştır.
13. yüzyılda Türkistan’dan gelen Yesevî dervişleri ve Anadolu’da yetişen Mevlânâ-Yunus gibi şahsiyetler, İslam’ın özünün Türk dünyasında içselleşmesini ve geniş kitlelere ulaşmasını sağlamışlardır. Örneğin, Timur döneminde Türkistan’da yetişen Molla Câmî gibi sufiler Mevlânâ’yı eserlerinde yâd etmiştir, Ali Şîr Nevâî gibi Çağatay Türkçesiyle yazan edebiyatçılar Mevlânâ’nın hikmetinden ilham almıştır. Böylece, Balkanlardan Maveraünnehir’e kadar uzanan Türk-İslam coğrafyasında Mevlânâ’nın nefesi hissedilmiştir. Sezai Karakoç’un ifadesiyle: “Dünyada ne kadar değişme olursa olsun, bundan böyle de (Mevlânâ) anılacaktır. İnsanlar hep onun önünde saygıyla eğilecektir.” Gerçekten de UNESCO 2007 yılını “Dünya Mevlânâ Yılı” ilan ederek Mevlânâ’nın 800. doğumunu uluslararası düzeyde kutlamıştır. Türkiye’nin öncülüğünde, Afganistan’dan ABD’ye kadar pek çok ülkede düzenlenen etkinlikler, Mevlânâ’nın çağları ve sınırları aşan etkisini bir kez daha ortaya koymuştur. Özellikle Türk dünyasında Mevlânâ, ortak bir değer olarak anılmakta; Konya’daki Şeb-i Arûs törenlerine Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, KKTC, Macaristan gibi çeşitli ülkelerden temsilciler katılmaktadır. Bu katılım, Türk halklarının Mevlânâ’yı kültürel bir bağ telakki ettiğini göstermektedir. Mevlânâ’nın “aynı bahçenin gülleri” olarak nitelediği insanları birleştirme ideali, bugün Türk dünyasında kardeşlik duygularını güçlendiren bir maya gibidir.
Mevlâna sağlığında bir sufi ekolü tesis etmemiş olsa da oğlu Sultan Veled ve halifeleri, Mevlâna’nın öğretisini sistematik hale getirerek 13. yüzyıl sonunda Mevlevîlik yapısını oluşturdu. Mevlevîlik, kısa sürede Anadolu başta olmak üzere Türk-İslam dünyasında yaygınlaştı. Pek çok Türk devlet adamı ve sanatkârı aynı zamanda Mevlevî dervişi idi. İstanbul, Halep, Diyarbakır, Üsküp, Selanik ve Kahire gibi dönemin önemli Türk şehirlerinde Mevlevî tekkeleri açıldı. Özellikle Konya’daki dergâh, Mevlâna’nın türbesinin de bulunması sebebiyle, bir ziyaret ve inanç merkezi haline geldi.
Mevlevî dergâhları, sadece dini-tasavvufi eğitim veren kurumlar değil, aynı zamanda kültür ve sanat ocakları idi. Bu dergâhlarda musiki, hat, edebiyat, tezhip gibi sanatlar gelişir; nice şair ve bestekâr yetişirdi. Ord. Prof. A. Süheyl Ünver, “Mevlevîhaneler âdeta birer sanat akademisiydi; her biri ilerleyen Türk musikisini orada dinleyip anlıyor, edebiyat meraklıları aradıklarını orada buluyordu” diyerek bu durumu vurgulamıştır.
Mevlevîlik, zaman içinde Osmanlı hanedanı ve yönetimiyle de etkileşim kurmuştur. Özellikle III. Selim gibi Mevlevî yoluna mensup bir padişahın varlığı, Mevlevîliğin itibarını artırmıştır. Bu sayede Mevlevîlik, bir Türk kurumu olarak varlığını sürdürmüştür. Mevlânâ’nın dilimize, edebiyatımıza ve kültürümüze kattığı kelimeler, deyimler de vardır. Örneğin “Pergel metaforu” (Mevlânâ müminin bir ayağı şeriatta sabit, diğer ayağı 72 milleti dolaşır der), “Hamdım, piştim, yandım” gibi ifadeler Mevlânâ menşelidir ve dilimizde yer etmiştir. Pek çok atasözü ve vecize, Mesnevî’deki hikayelerden izler taşır. Mesela “Terzi kendi söküğünü dikemez” veya “Testi su yolunda kırılır” gibi sözlerin Mesnevî’deki karşılıkları halk arasında yaşamaktadır. Bu yönüyle Mevlânâ, halk kültürünün görünmez mimarlarından birisidir.
Cumhuriyet döneminde Mevlânâ’ya verilen önem, kurucu iradenin dinî-tasavvufî mirasa bakışını da yansıtır. 1925’te amacı dışında faaliyet gösteren bazı tekkelere yönelik alınan kapanma önlemleri sırasında bile Mevlânâ’nın türbesi müze adı altında açık kalmış, semâ/ zikir törenleri devam etmiştir. Bu vesileyle Ord. Prof. Süheyl Ünver, Mevlânâ’nın sanki “zamana meydan okuyarak günümüze ulaştığını ve geleceğe bakan dinamik Türk gençliğinin manevi desteği olduğunu” ifade etmiştir.
Sonuç olarak, Mevlâna Celâleddîn Rûmî’nin mirası hem milli hem de evrenseldir. O, Türk-İslam medeniyetinin yetiştirdiği bir gönül eri olarak Türk kültüründe müstesna bir yere sahip olmuş; nihayet aşkın ve insanlığın birliğini vurgulayan mesajlarıyla evrensel bir hüviyet kazanmıştır. O’nun manevi nüfuzu yüzyıllardır Türk kültüründe canlı kalmış ve günümüzde bütün dünyada arayış içinde olan ruhlar için bir esin kaynağı olmuştur. Çünkü Mevlânâ’nın sözü hakikatin sesi, sevgisi yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmenin ta kendisidir.