EMRE MÜFTÜOĞLU / TÜRKGÜN
MHP’nin, yarım asrı bulan politik tecrübesi ve binlerce yıllık devlet kültürünün, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni ortaya çıkaran koşulların birinci elden tanığı ve toplum nezdindeki çözüm merkezi olduğunu dile getiren Ruhi Ersoy, sistemin sadece 15 Temmuz darbe girişimine karşı bir hamle olarak değerlendirilmesinin son derece hatalı bir görüş olduğunu dile getirdi...
Ruhi Ersoy: İki başlılığı ve iki yürütmeyi ortadan kaldırarak devletin idaresini güçlü bir şekilde tesis etmeye ihtiyacımız var. Hükümeti Meclis içerisinden çıkaran ve koalisyonları sürekli güncellemeye mahkûm bırakan bir yapıya gitmemiz, terör ile mücadele edilmesi gereken dönemde de koalisyonları karşımıza çıkaracağı için hem milleti hem de devleti büyük açmazlara sürükleyecektir.
Soru: Sayın Ersoy, MHP’nin son dönemdeki duruşunu nasıl yorumluyorsunuz?
Cevap: Milliyetçi Hareket Partisinin hem savunduğu toplumsal değerler hem de sahip olduğu siyasi ahlak gereğince millet iradesinin idare edildiği devlet yapısına verdiği önem, toplumsal değerlerin en üst mertebesindendir. Partimizin siyaseti ve gelişmelere karşı göstermiş olduğu tavır çerçevesinde devlet ve millet kavramları birbirinin bekasını temin eden ve birbiriyle hemhal olmuş bir bütünün iki eş parçası olarak ele alınır. Bu iki kavramın ahengi ise MHP’nin milliyetçi bir tavır neticesinde ihtirastan uzak ve milletin hükmünün devleti idare etmesini sağlayacak bir siyaset izlemesine sebebiyet vermektedir.
MHP, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine ve uygulanmasına neden destek verdi?
Devlet idaresinin bir liyakat işi olmasının yanı sıra bu ehliyetin millet tarafından tasdiki de MHP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki ana hareket noktasını belirlemektedir. Pek çok örnekle sabittir ki; böylesine önemli bir makamın seçimi ve hükümet tesisi hususları da MHP’nin politikaları kendi özgül ağırlığı çerçevesinde ve tabiatına uygun bir seyirde kendini tekrar etmiştir. Siyasal buhranların sosyolojik krizlere evrilmesinin önündeki en büyük set olan MHP, özellikle son 20 yılda Türkiye’yi “uçurumdan döndüren“ süreçlerde yönlendirici ve karar alıcı bir rol üstlenmiştir. Hükümetlerin tıkandığı, muhalefetin millet iradesi aleyhinde tavır koyduğu pek çok durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin etkin ve milli bir tavır ile yönetilmesi konusunda ufuk açıcı ve sorun çözücü bir tavra sahip olmuştur.
TIKANAN PARLAMENTER SİSTEM VE ÇÖZÜM ÇABALARI
Ülkemizi yeni bir hükümet sistemi arayışına götüren siyasi buhranlar nelerdir?
Parlamenter Sistem’den Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi ele almadan önce yakın tarihimizde yaşanan olayları hatırlamak, hafızamızı tazelemek bugünü anlamada faydalı olacaktır kanaatindeyiz. 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 16 Mayıs 2007’de dolacak olan görev süresi öncesinde ülkemizde “olağanüstü” denilebilecek olaylar zinciri vuku bulmuştur. Şubat 2006’da Trabzon’da Santa Maria Kilisesi’nin Katolik rahibi Andrea Santoro’nun öldürülmesi, 17 Mayıs 2006’da Danıştay 2. Dairesine yapılan silahlı saldırı, Malatya Zirve Kitabevi baskını, Hrant Dink’in öldürülmesi olayları ve devamında ülke genelinde düzenlenmeye başlayan Cumhuriyet Mitingleri, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçiminin zor bir süreç içereceğinin ipuçlarıdır. Nitekim 27 Nisan 2007 tarihinde TBMM’de ilk tur oylaması yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde Abdullah Gül, kullanılan 361 oyun 357’sini almış, CHP aynı günün gecesi Anayasa Mahkemesine başvurarak Sabih Kanadoğlu’nun kaynaklık ettiği 367 karar yeter sayısının aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu iddia etmiştir.
Aynı günün akşamı Genelkurmay Başkanlığı internet sitesine, daha sonra e-muhtıra olarak anılacak, bir basın açıklaması konuldu. Açıklamada seçimlerde laikliğin tartışma konusu yapıldığı ve Genelkurmayın bu konuda taraf olduğu söylendi. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs’ta verdiği kararla, 367 iddiasını kabul ederek yapılan birinci tur oylamayı iptal etti. Bunun üzerine 6 Mayıs’ta yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının (367) bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilemedi. Ana muhalefet partisi CHP’nin, sistemi tıkayan hamleleri sonucu çözüm millette arandı ve erken genel seçime gidildi. Seçim sonucunda AK Parti yüzde 46.58 ile 341 milletvekili, CHP yüzde 20.88 ile 112 milletvekili, MHP yüzde 14.27 ile 71 milletvekili çıkardı. Güneydoğu oyları ile bağımsız olarak seçime giren DTP ise 20 vekil ile Meclise girdi. 20 Ağustos 2007 tarihinde TBMM’de yapılan seçimde Abdullah Gül 3. tur oylama sonucunda 11. Cumhurbaşkanı seçildi.
Yukarıda detaylıca ele aldığımız 367 krizi, bunun en bariz örneği olarak değerlendirilebilir. Cumhuriyet Halk Partisinin millet iradesine saygı duymayan tavrı ve daha sonraki yıllarda da göreceğimiz pek çok sistem tıkayıcı hamlesi parlamenter sistemin işlevselliğini kaybetmesine yol açan belki de en temel sebeptir. “367 krizi” olarak Türk siyasi tarihinde yerini alan hadisede ana muhalefet partisi CHP, Bu yaşanılan kriz neticesinde ise cumhurbaşkanını halkın seçmesi için Adalet ve Kalkınma Partisi Meclisten anayasayı geçirerek halk oylamasına sundu. Parlamenter Sistem’in açıklarını değerlendirme konusunda gayretli olan CHP’nin “halka rağmen” tutumu karşısında cumhurun başı olan cumhurbaşkanınıcumhurun kendisi seçsin teklifi 21 Ekim 2007’de halka gitti. Referandumda, halkın yüzde 68.9’u “evet” dedi.
Bu gelişmeler ve halk iradesi ile zıtlaşmanın neticesinde ise cumhurbaşkanını halk seçmelidir önerisi çok yüksek bir oranda kabul edilmiştir. O dönemin dinamiklerine daha yakından baktığımız zaman Türk siyasetinde bir ilk olarak seçilmiş cumhurbaşkanı ve seçilmiş başbakan bulunmaktaydı. Bu durumun çok ciddi bir yetki karmaşası demek olduğunu iyi bilen Milliyetçi Hareket Partisinin önerisi ise mevcut sistemin devam etmesi ve yetki/görev karmaşası, sistem sorunu yaşanmaması yönündeydi. Ne var ki, CHP’nin millet iradesine karşı sorumsuz tutumu neticesinde karşımıza böyle bir tablo çıkmıştır. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi tartışması oylamanın ardından daha farklı bir boyuta evrilerek mevcut cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi üzerine yoğunlaştı. Gül gitsin mi? Yoksa kalsın mı? Tartışmaları sistemi zorlayan bir diğer parametre olmuştur. Bu tartışmalar uzun bir süre devam etmiş ve nihayetinde Sn. Recep Tayyip Erdoğan halk tarafından cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu seçimin ardından süreç; halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanının yetkilerini tam kapasite ile kullanacağını deklare etmesi ve başta bakanlar kuruluna başkanlık etmek olmak üzere pek çok örnekle şekillenmiştir. Türk siyasetindeki bu yeni dinamik ise cumhurbaşkanının 82 Anayasası’nda olup teamül gereği kullanılmayan yetkilerini kullanmaya başlayan seçilmiş cumhurbaşkanı ile seçilmiş başbakanı yer yer karşı karşıya getirmeye başladı.
Nitekim ilk kriz de Sn. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu arasında yaşanmıştır. Ahmet Davutoğlu aynı siyasi iklimden ve partiden olmalarına rağmen sayın cumhurbaşkanı ile yetki karmaşası yaşandığını öne sürerek kendi alanı içerisinde bulunması gerektiğini iddia ettiği konularda yürütme ve hükümet etme tavrını ayrıştıran hamlelerde bulunmuştur.
Bu dönemde, CHP’nin MHP’ye başbakanlık teklifi tabiri caizse terörden kendini ayırt edemeyen dışardan HDP destekli bir ahlaksız teklif olarak tarihe silinmez bir not olarak düşülmelidir. 367 krizinde halk iradesine rağmen başlayan bu karşı tutum, Haziran 2015 seçimleri sonrası terör uzantıları sabit ve millet nezdinde aklanamayan bir oluşumla iş birliğini kendine mübah gören bir CHP ortaya çıkartmıştır. İşte bu nokta Türkiye’yi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne doğru götüren ciddi bir sürecin başlangıcıdır. Meclisten tek bir partinin hükümet edemeyecek şekilde çıkmaması, HDP’nin terörle arasına mesafe koymaması ve iktidar varyasyonlarında bulunmasa dahi güçlü bir muhalefet konumuna erişebiliyor oluşu toplumsal uzlaşı ve millet iradesine karşı büyüyen bir tehlikeyi işaret etmekteydi. Böylelikle bizim hükümeti Meclis dışından çıkartan ve idaresini en az yüzde 51 ile geniş mutabakata yayacak milli bir hükümet sistemine ihtiyacımız doğdu. Bu yüzden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi arayışları bu noktadan sonra geri döndürülemez bir biçimde artmıştır.
15 TEMMUZ VE SONRASINDA GELİŞEN SÜREÇ
Süreç devletin yönetimi açısından kalıcı bir formülün bulunma ihtiyacını doğurmuşken öte yandan da FETÖ ile mücadelenin kararlı bir şekilde başlaması bir diğer olaylar silsilesini başlatmıştır. Yargı ve bürokraside ciddi mücadelelerin verildiği dönemde ordu içerisindeki FETÖ mensubu askeri bürokrasinin temizlenme çalışmaları başlatılmışken Türkiye 2016 YAŞ kararları öncesinde bu teröristlerin hain bir darbe kalkışması ile karşılaştı. Bu işgal girişimi devlet ve millet iradesi ile def edildikten sonra daha önce bahsedilen cumhurbaşkanlığı ve başbakanlıktan oluşan ikili yapı ile hukuki zemininde çok ciddi tartışmaların olduğu olağanüstü bir durum ortaya çıktı. OHAL şartları ve KHK’lar ile idare edilen devlet sistemi bu süreci ciddi boyutlarda sancılarla atlattı. Türkiye olağanüstü hali 7 defa güncellemek zorunda kaldı. Peki buna neden ihtiyaç duyuldu? Risk ve darbe kalkışmasına teşebbüs eden unsurların tamamen ortadan kalkmaması yüzünden ihtiyaç duyuldu. İş böyleyken hem içteki hem de dışarıdaki terör örgütlerine karşı olağanüstü hal yetkilerini olağan bir şekilde kullanarak gücü merkezde toplayan ve bunu demokratik ilkeler çerçevesinde yerine getirebilecek yeni bir sisteme ekmek gibi su gibi ihtiyacımız doğdu. Devam Edecek