Ey Türk! Üstte mavi gök çökmedi, altta yağız yer delinmedi, sen iline ve törene küstürüldün..

Biz, biz olduğumuz kadar şu acunda yer aldık, peki şimdi var mıyız? Saygımız, hoşgörümüz, ahlakımız, vefamız, sevgimiz hep el yordamıyla beslenmiş de, hastalıklara kurban gitmiş gibi..  Bizim biz olmaktan çıkışımız nefreti, kini, tahammülsüzlüğü kalplerimize uğrak etmiş…  Biz ki Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünü düstur edinip, ilim dergahına mahcup giren bir millettik; şimdi kin kusuyoruz, kan döküyoruz… Değerlerimiz yitmiş, milli kaidelerimizden uzaklaşırken, milliyetimizle bağdaşlaştırarak tanımladığımız insanlığımızı da yitiriyoruz…

Bu haberler, cinayetler, sapkınlıklar, hırsızlıklar… Töremizi, ilimizi aidiyetimizi yani kodlarımızı değişmeye çalışmamız ile doğrudan alakalı, biz biz olmaktan çıktığımızda bizi var eden, hoşgörümüzden, cihana namımızı yayan adaletimizden ve de yurdumuzu yurt eden bağımızdan eser kalmıyor… Başkasının gemisiyle çağ nehrini geçmeye çalışıyoruz; yediği içtiği dediği farklı, ne onlara ne de kendi adabımıza uyamıyoruz ve duruşumuzu yitirmek üzere olduğumuzdan akıntıya karşı da dik duramıyoruz…

Değerlerin hatırlanması ve zenginleştirilerek geleceğe taşınması bir millet için çok büyük bir önem taşır. Biz değerlerimizi çağdaşlaşmanın gerisine atıp, Batı'nın topuk sesleriyle çağa kulak verdik, o ayak izlerine uymaya çalıştık… Çağdaşlaşmanın, modernizmin tek yolu Batılılaşmadan geçer diye, inandırıldık. Şimdi de özünden koparılmaya çalışılan bir milletin, içten serzenişlerinin şahidiyiz.

Bizi anlatan o tarihin şahitliğine sığındığımızda; bize asırlar öncesinden seslenen ve öğüt veren Bilge Kagan, devlet iltizamını, millet aidiyetini, töreyi anlatır ve başlı başına bir medeniyettir o tarih! Gelelim üç kıtaya işgalle değil fetih ile hükmedişimize; hoşgörümüze, huzur getirişimize “Türk beklenendir” sözünü hak edişimize… Şimdi bu yer ettiğimiz karakterimizden eser var mı? Yıkılacağız sandık  ama dipdiri kalan küllerimizden Türk tipinde, Türk töresinde doğamadık; ne Batılılaşabildik, ne Müslüman kalabildik, ne de Türk…  Ne sanayi ülkesi olabildik ne tarım ne de teknolojiye ayak uydurabildik… Ülküsünü; dinini, milletini, aidiyetini, vatanperverliğini siyasi görüş kalıbına sokup seçim haline getiren, ne istediğini bilmeyen, özgürlük içinde başkasının hakkına tecavüzü haklı bulan ezberden özgürlük gazeli okuyan,  Batı'nın akımlarına kapılıp çarpılan garip bir toplum halini alıyoruz. Hayvana tecavüz ediliyor,  kadınları kutsal bilen bir millet iken, ezen ezdiren, öldüren bir toplum haline geldik. Sapkınlıklarına dur diyen peygamberimizin gönderildiği bir milletin, sapkın hallerine iman edip, İslamiyet’in nezaketinden mahrum kaldık, biz hilal ile şahlanan Türklüğümüzü haram kıldık. Yaradanın verdiği aklı kullanan, putlarda Tanrı aramayan aziz bir millet iken, inen İslam’ı değil sapkınlığı töre edinmiş bir milletin huylarını kıble edindik...

Birde kutuplaşmış tarafın öbür cephesinden bakalım; Batı gelişmekteydi, Batı'ya döndük; teknolojiyi sanayileşmeyi gelişimi alacağız derken, Batı'nın karakterine bürünmeye çalıştık, giydik, söyledik aile yapımızın içine bir dinamit gibi Batı'nın bireyselliğini koyduk ve bizlikten arınıp bencilleştik… Gel gelelim kaybettiklerimize değdi mi, Batılılaştık mı ? Yoksa  arafta mı kaldık? Hala Müslüman mıyız? Yoksa şeytana mı döndük? Türk müyüz yoksa Türklüğü sadece askerliğe sığdırıp rahata mı erdik..?

Her şeyin çözümünün bilim ve teknoloji olduğuna, bunların da Batı'dan geldiğine öyle bir inandırıldık ki kendi eğitimimiz bile kompleksli insanlar üretmeye programlandı…  Tüm bunların karşısında aslolan çözüm milli bir hayatı hakim kılmaktadır. Biz Türk milliyetçiliğini siyasi bir seçimden ziyade, bir yaşam biçimi olarak yeniden kazanırsak; ilim, bilim, teknoloji ve yönetimdeki adaletle, yeniden tarihi yaşar, adımızın anlamını cihana yeniden hatırlatırız. Yönümüzü döndüklerimizin mazisine  bakınız; topuklu ayakkabıların, şemsiyelerin neden üretildiğine bakınız ve de ahlakın, adaletin, hoşgörünün kimlerce cihana dağıtıldığına… Biz medeniyeti dünyaya öğretmişken bize biz olmanın çağın gerisinde kalmakla eş olduğunu ezberletmeye çalışıyorlar, maalesef kanıyoruz…

Peki biz yeniden bizliği giyinip de tarihte kapılar açtığımız çağı yakalayabilir miyiz..? O Türk karakterine bürünüp, yalnız yaradana sığınarak yeniden bir millet olabilir miyiz..?  Milli bir hayat mümkün mü?