Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, Fransa'nın "saldırgan" dış politikası hakkında önemli değerlendirmelerde bulundu.
Erol, kurulmaya çalışılan "Yeni Dünya" düzeninde önemli bir konuma gelmeye çalışan Fransa'nın yeni emperyalist politikası çerçevesinde, Türkiye ile bir kez daha tarihsel hesaplaşma içerisine girdiğini ve yeni ittifaklar aramaya başladığını ifade etti.
Fransa'nın Batı-Doğu mücadelesini ve hatta Batı’nın kendi içindeki güç mücadelesini fırsata çevirmeye çalıştığını belirten Erol, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un bu kapsamda Lübnan'da yaşanan patlamanın ardından Lübnan sokaklarında boy gösterdiğini ve manda çağrısı yaptığını hatırlattı.
Fransa büyük bir imparatorluk kurmak istiyor
Fransa'nın büyük bir imparatorluk olmak istediğini ve Afrika'da çeşitli girişimlerde bulunduğunu sözlerine ekleyen Erol, Macron’un bu kapsamda sömürgeci ülkesinin bölgedeki kanlı imajını düzeltmeye çalıştığını ifade etti.
Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Libya'daki meşru hükümeti silah zoruyla devirmeye çalışan darbeci Hafter'e destek veren Fransa'nın Afrika'ya yönelik askeri operasyonlarını artıracağına dikkat çeken Erol, Fransa'nın bölgede açık bir şekilde işgal politikası yürüttüğünü söyledi.
Fransa'nın Afrika'daki sömürge politikasına değinen Erol, şunları söyledi:
"Fransa’nın Afrika politikasında üç temel dönem söz konusu: Sömürgelerini kaybettiği İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar süren klasik sömürgecilik, Soğuk Savaş’la gelen yeni sömürgecilik ve Soğuk Savaş sonrası dönem. Bu üçüncü dönem de kendi içinde Arap Baharı öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılabilir. Zira Arap Baharı ile birlikte Fransa’nın militarist varlığı sadece “Fransa Afrikası”ndaki mevcut yönetimlere, terörist yapılanmalara yönelik değil, aynı zamanda Fransa’nın bölgedeki varlığını, çıkar alanlarını tehdit eden, tehdit etme potansiyeli gösteren üçüncü ülkelere karşı da örtülü operasyonlar ve güç gösterisi şeklinde tezahür etmekte.
Fransa’nın Afrika’ya yönelik klasik sömürgecilik dönemi dışındaki aktörleri/ilişkileri kabullenememesi, daha da ötesi bir tehdit olarak görmesi ve bunu “Batı dünyasının ortak tehdidi” olarak yansıtma gayretleri, bugünkü politikasının temelini oluşturuyor. Dolayısıyla Fransa’nın anlayışında var olan “sahiplenme” duygusu ve bu bağlamda Afrika’nın “her istediğini yapabileceği bir arka bahçe” olarak görmesi, bu kıtaya yönelik farklı yöntem ve uygulamaların da bir anlamda nedenini ortaya koyuyor."
Fransa’nın diğer aktörlere göre Afrika’da daha hırslı bir politika izleyerek kıtaya yayıldığını belirten Erol, "Bu kapsamda, kıtada sadece siyasi değil iktisadi açıdan da katı bir politika yürüten Fransa’nın, eski sömürgelerinde fazlasıyla güçlü bir alt yapıya sahip olduğu hemen dikkatleri çekiyor. Kıtadaki hâkimiyetini kalıcı hale getirmek için sömürgelerdeki yönetim ve eğitim politikalarını kendine uygun biçimde düzenleyen ve kolonilerini merkeze bağlı bir şekilde yönetmeyi tercih eden Fransa’nın bu ülkelerde yumuşak güç unsurlarını kullandığı, bunların başında da Fransızcanın ve Fransız kültürünün geldiği görülüyor. Nitekim bugün bu sömürge ülkelerinin neredeyse hepsinde Fransızca resmi dil; hatta bazı sömürge ülkelerinde kendi yerel dilleri kullanılmamakta; tek ve ortak resmi dil Fransızca." ifadelerini kullandı.
Fransa'nın sömürge mantığı
"Yerli halkları kendi içlerinde eritmek doktrininden hareketle, sömürge topraklarında özellikle toplumun belirli bir kesimine ayrıcalıklar tanıyarak, kendisiyle işbirliği yapacak elit bir sınıf devleti oluşturma ve bunları Fransız kökenlilerle destekleme, Fransa’nın izlediği “böl-yönet” politikasının önemli bir parçasını oluşturuyor. Bundan ötürü Afrika’daki “ulussuz devlet” inşalarında Fransa epey önemli bir yere sahip." diyen Erol, Fransa’nın Afrika’daki varlığının ve gücünün temelinde kilit konumlarda bulunan kişilerin Fransız eğitiminden geçirilmesinin yattığını aktardı.
Fransa'nın sömürdüğü ülkelerde asimilasyon politikası uygulayıp milli bilinç ve kültürü ortadan kaldırdığını dile getiren Erol, Fransa'nın böylelikle kendisien tabii "Siyah Fransızlar" adlı yeni bir toplum oluşturduğunu ifade etti.
Fransa'nın Afrika’daki eski sömürgeleriyle olan siyasi, askeri, ticari ve kültürel ilişkisini hiçbir şekilde kesmediğini belirten Erol, şu değerlendirmelerde bulundu:
"Bundan dolayı Fransa, bu ülkeler açısından halen en önemli ticaret ve güvenlik ortağı. Bu kapsamda, tek ürüne bağımlı ekonomiler oluşturarak bu ülkelerin kendisinden kopmasını engelleyen Fransa’nın, bu ülkelerden çekilirken imzaladığı savunma işbirliği anlaşmaları ve kendine yüklediği “Afrika’nın jandarması/polisi” rolü, açıkçası bu ülkelerdeki varlığının ve müdahalelerinin (1945-2005 yılları arasında yapılan 130 askeri müdahalnin) en büyük güvencesini oluşturuyor.
Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, “jandarma/polis” rolü ya da militarist yöntemler Fransa açısından kaçınılmaz kabul ediliyor. Zira Fransız yayılmacılığının temelinde, öncü güç olarak askerler ve kanlı işgal politikaları söz konusu: Askerler tüccarlara yol açıyor. Bugün de yapılan şey aslında geçmişten farklı değil. Macron’un başta Doğu Akdeniz olmak üzere, bölgedeki krizlerde ve Türkiye karşıtı tutumunda, başta Fransız ordusunu ön plana çıkarması ve savaş naraları atmasının temelinde de bu anlayış yatıyor.
Fransa’nın kurduğu sisteme aykırı hareket edenler cezalandırılıyor. Bu husus bizzat Fransızlar tarafından “ellerinizi kirletmeden Afrika ile ilgilenemezsiniz” sözüyle de adeta itiraf ediliyor. Afrika’da devlet başkanları ve diğer devlet adamları, aydınlar, gazeteciler, iş adamlarına, “Afrika Afrikalılarındır” söylemine/ruhuna sahip olanlara yönelik gerçekleştirilen darbeler ve suikastlar, Fransa’nın kanlı elinin en somut göstergeleri arasında yer alıyor. Zira Fransa Afrika’yı kaybetme riskini hiçbir şekilde göze alamıyor."
Afrika olmadan Fransa'nın güçsüz bir ülke olduğunu söyleyen Erol, Fransa'nın başta enerji olmak üzere bütün ihtiyaçlarını Afrika'dan karşıladığını aktardı.
Fransa'nın ayrıca Afrika'ya en fazla ihracat yapan ülke konumunda bulunduğunu belirten Erol, "Fransa hammadde alımının yanı sıra, bu ülkelere en fazla ihracat yapan ülke konumunda. Dolayısıyla bu ülkelerden çekilmiş olsa da, karşılıklı ekonomik bağımlılık ilişkisi devam ediyor. Daha da ötesi, Fransa açısından savaşacak insan kaynağı da halen Afrika. “Senegalli savaşçılar” ile başlayan bu süreç, Birinci Dünya Savaşı’nda zirve yapmış ve Fransız ordusunda 845 bin Afrika kökenli asker değişik cephelerde bu ülke adına savaşmıştı. Savaştıkları yerler içinde Osmanlı toprakları ve hatta Antep bile vardı" dedi.
Batı dağılma sürecine girdi
Batı'nın dağılma sürecine girdiğini dile getiren Erol, "Çin ile yaşanan rekabeti/güç mücadelesini bir fırsata çevirmeye çalışan, bu kapsamda kıtadaki askeri varlığını ve operasyonlarını arttıran Fransa, Afrika üzerinden bir kez daha “yeniden doğuş” peşinde. Bir diğer ifadeyle dünyanın ikinci büyük sömürge imparatorluğunun kaybedilmesinin yaşattığı kayıpları telafi etme, 1919-1939 arasındaki sınırlarına tekrar kavuşma hayalinde. Her ne kadar Fransa ve diğer ülkeler Türkiye’yi “Yeni Osmanlıcılık” ile itham etseler de, aslında uygulamaya bakıldığında, bu ülkelerin tarihsel kodlarına hızlı bir şekilde döndükleri ve başta Afrika olmak üzere, diğer sömürgelerini bir kurtuluş yeri ve daha da ötesi “kanlı imparatorluklarını” yeniden inşa adresi olarak gördükleri anlaşılıyor. Manda çağrılarını da bu kapsamda değerlendirmek lazım." dedi.
Mandacılık geri döndü
Başta "uranyum" olmak üzere Afrika’daki enerji kaynaklarının Fransa için hayati önem taşıdığını aktaran Erol, dünyada yeni bir güç mücadelesi başladığını ifade etti. Türkiye'nin Latin Amerika ve Afrika bölgelerinde artan etkisinin Fransa'yı rahatsız ettiğini belirten Erol, Türkiye'nin Fransa için "ciddi bir tehdit" haline geldiğini söyledi.
Mandacılık sisteminin yeniden ortaya çıktığını söyleyen Erol, "Düne kadar Fransa ve başını ABD’nin çektiği Batı açısından birinci derece tehdit Çin’di. Görünen o ki Türkiye artık Çin’in bir adım önünde. Nitekim şu an Çin’i konuşan yok. Bu husus, hiç kuşkusuz, orta-uzun vadede Batı’yı Çin ile yaşanacak daha şiddetli rekabette/güç mücadelesinde zayıflatacak bir etki yaratacaktır. Özellikle Berlin ve Washington bunun farkındadır." değerlendirmesinde bulundu.
Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol değerlendirmesini şu ifadelerle noktaladı:
"Paris başta AB olmak üzere Batılı aktörleri kullanmak suretiyle “Büyük Fransa”yı Afrika-Orta Doğu üzerinden inşa etmek istiyor. Bunun için de Akdeniz’e yerleşmeye çalışıyor; Cezayir ve Libya başta olmak üzere Kuzey Afrika’ya verdiği önemin altında da bu yatıyor. Fransa bunu Türkiye’yi hedef göstermek suretiyle gerçekleştirmenin peşinde. Macron’un son manda çıkışı da bu tespitimizi fazlasıyla haklı kılıyor. Bu çıkış, aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemde Afrika siyasetini sömürge bağlamından çıkartarak yeni bir zemine oturtmaya çalışan Fransa’nın yumuşak güce dayalı politikasının iflas ettiğini de gösteriyor.
Dolayısıyla Fransa en iyi bildiği klasik sömürgecilik anlayışına dönüyor. Sarkozy sonrasında Macron ile eski sömürgeci anlayışa dönen Fransa’nın yeni bir Afrika politikasından bahsetmek mümkün değil. Yeni politikanın bir göstergesi olarak pazarlanan, 24 mücahidin kafatasının Cezayir’e teslimi, başta Afrika olmak üzere tüm eski sömürgelerine yönelik bir “tarihsel hafıza yenileme” girişiminden başka bir şey ifade etmiyor. Fransa müzelerindeki 18 bin kafatası bu bağlamda sıralarını beklemekte"