PROF. DR. HİLMİ DEMİR: HANEFİ-MATÜRİDİ GELENEKTE AKIL
Bugünün gençleri için yalnızca “inandık, itaat ettik” demek yeterli gelmiyor. İnsanlar anlamak, makul/ rasyonel çerçevede içselleştirmek, ardından inanmak sonra uygulamak istiyorlar. Veriye ulaşmak o kadar kolaylaştı ki, gençler ellerinin altında tuttukları akıllı telefonlarla her türlü bilgiye anında ulaşabiliyorlar. Bu da onları her şeye karşı daha eleştirel yapıyor. İşin en ilginç yanı ise bizim dinimizin Hristiyanlık gibi “saçma olduğu için inanıyorum / Credo quia absurdum est” gibi bir ilkesi yoktur. Protestanlığın kurucusu Martin Luther gibi “akıl insanı yoldan çıkaran şeytanın fahişesidir” diyen değil, İmam Mâtürîdî gibi “aklı kullanmamayı telkin eden şeytanın vesvesedir” diyen bir mezhebin yolundayız.
YESEVÎ RUHU
İmamı Azam Ebu Hanîfe’nin yolundan giden Mȃveraünnehir’in büyük âlimi Semerkant doğumlu İmam Mâtürîdî’ye (ö. 944) nispet edilen Mâtürîdîlik mezhebi, bin yılı aşkın bir zamandır Türklerin coğrafyasında din anlayışımızı belirleyen ışık olmuştur. Hristiyanlık, “düşünme, itaat et” derken İmam Mâtürîdî Kitȃbu’t-Tevhîd adlı eserinde bakın ne diyordu: “İnsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, şeytani vesveseden başka bir şey değildir. Çünkü şeytan, kişiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve istediğini elde etmek için güvencelerini sarsar. Aklı kullanarak eşyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek içindir. Sonra bunlarda, eşyanın hadis olduğuna ve bunları yaratanın varlığına, nefislerini şehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için deliller vardır. Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın vesvesesi ve işidir.”
Görülüyor ki günümüz gençliğinin dini anlama ve inanmada makul/rasyonel bir temel aramaları aslında Hanefî-Mâtürîdî hatta Yesevî yolunun yüzyıllardır bu topraklarda yaşatmaya çalıştığı ruhun kendisidir. Bugün sormamız gereken şey akla, bilgiye, ilme, düşünmeye ve tefekküre dayanan, bunu teşvik eden ve inanmayı akletmeye dayandıran makul Türk ya da makul din anlayışımıza ne oldu sorusudur?
İmanı bile “kalp ile tasdik” olarak açıklayan Ebu Hanife ve Mâtürîdîlik yoluna ne oldu ki, “dinde düşünme olmaz, dinde akla yer yoktur” diyen bir yorum bu gençlerimizi rahatsız ediyor? Kabul edelim ki gençlerin arayışı haklıdır ve bu arayışa karşılık vermek için Ebû Hanîfe’yi ve İmam Mâtürîdî’yi yeniden keşfetmek zorundayız. Makul bir dindarlık bugün hem genç nesilleri ikna edecek hem de toplumu FETÖ gibi Bȃtınî akımlara karşı koruyacaktır.
İsterseniz en temel inancımızdan, imandan bahsederek başlayalım. İman düşünmeden, akletmeden Allah’ın yüce varlığına yönelik bir şahitlik değildir. Ebû Hanîfe Fıkhu’l-ekber adlı risalesinde şöyle der: “İman, ikrar ve tasdiktir.”
İman, neden kalp ve tasdik üzere kurulmuştur? Bunun için öncelikle kalp kelimesinden neyin kastedildiğine bakalım. Kalp kelimesi Arapçanın ilk sözlüğü kabul edilen Halil b. Ahmed’in “Kitabu’l-Ayn” adlı lügatine göre akıl anlamında kullanılmaktadır.
Ayrıca hem Kur’an hem de İslam âlimleri ilk 3 asırda bilme ve bilgiyi kalbe izafe ederek kullanmışlardır. A’raf Suresi 179. ayetinde “Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar” denir. Birçok metinde de bilginin kalpte yaratılmasından, kalbin düşünmesinden bahsedilir. Dolayısıyla aslında iman kalp ile tasdik olarak tanımlanırken kastedilen, imanın aklın düşünme eyleminin sonucu verdiği bir karar olmasıdır. Yalnız burada bugün anlaşıldığı gibi mekanik bir akıl değil, duyguları da içeren bir akıl anlayışı hâkimdir. Şu hâlde, “akıl” kelimesi burada pozitivist anlamda ve “intellect” anlamında ele alınmamaktadır.
“Intellect”, nesneler arasındaki ilişkiyi mantıksal olarak açıklamayı ve kavramayı ifade eden zekâ anlamında kullanılır. Akıl kavramı ise insanın sağduyulu olması, kendini başkalarına zarar vermekten alıkoyması gibi anlamaları da içerir. Biz genelde akıl denildiğinde, zekâ kavramını anlamayı tercih ederiz. Bu biraz da Descartesçi akıl anlayışının ve pozitivizmin bir dayatmasının sonucudur.
Oysa Mâtürîdîlikte akıl, ahlaki bir karakter taşır. Bu anlamıyla akıl, insanı kendisine yaraşmayan davranışlardan alıkoyan melekeyi ifade eder. İyi ve kötüyü temyiz yani birbirinden ayırma gücü olarak akıl, düşünme eyleminin en temel özelliği olarak kabul edilir. Akıl, bazen bilginin kaynağı bazen de tecrübeyle kazanılan bilgiler toplamı olarak görülür. Fakat burada en önemli şey, akıl karşılığı kullanılan kavramın çoğu kez “kalp” olmasıdır. Bu açıdan aslında özellikle Hanefî ve Mâtürîdî imamlar iman ve ahlakı, akıl üzerine temellendirirken kastettikleri “akıl” kalp ile düşünmektir.
“AKLETMEK” EYLEMİ
“Kalp” kelimesi daha çok duyguları ifade eden bir anlama melekesi ve organı için kullanılır. Oysa hem Arapçada hem de kelam ilminde kalp kelimesi anlama, kavrama, düşünme ve doğrulama anlamında da kullanılmıştır. “Akletmek” yalnızca zihnin bir eylemi midir yoksa ona aslında duygularımız da eşlik eder mi? Ebû Hanîfe ilginç biçimde hem iman etmeyi hem de ahlaki olmayı düşünme ve akletmeye bağlarken bu akletme eylemini yalnızca zihinsel bir eylem olarak görmez.
Kalp kelimesinin çift anlamlılığından hareketle aslında onu metafizik, aşkın bir varlığa da bağlar. Ve ne kadar ilginçtir ki akıl ve akletme konusundaki son dönem çalışmaları bu düşünceyi desteklemektedir.
Güney California Üniversitesinin David Dornsife Kürsüsünde sinir bilim, nöroloji ve psikoloji profesörü olan Antonio Damasio’nun “Descartes’in Yanılgısı” kitabı aklı yalnızca zihnin bir eylemi değil aynı zamanda duyguların da eşlik ettiği bir eylem olarak temellendirir. Damasio, beyninin belirli bir bölgesi hasarlı olan ve duygu bozuklukları bulunan nörolojik hastalardan elde ettiği verilerle ortaya koyduğu somatik işaretleyici hipoteziyle duyguların karar vermemizdeki önemine ışık tutar. Damasio’nun iddiası; düşünme eyleminin zihnin yalnızca bir kesimi tarafından yürütülen mekanik bir eylem olmadığı, insanın tecrübelerinden tutun da tüm yaşanmışlıklarının bu eyleme katıldığı hatta bu yüzden de daha doğru ya da bazen yanlış kararlar verdiğimizdir.
DUYGUSAL ZEKÂ
Bu bağlamda Daniel Goleman ile birlikte anılan “Duygusal Zekâ” kavramını da hatırlamak yerinde olacaktır. Uzun yıllar boyunca duyguların zihinsel faaliyetleri engellediği ve bu nedenle kontrol edilmeleri gerektiği düşünülmüştür. Son yıllarda yapılan araştırmalar bilişsel zekânın (IQ) hayattaki başarılara tek başına yeterli olmadığını, duygusal becerilerin de gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. P. Salovey ve J. D. Mayer adlı bilim insanları duygusal zekâyı, “bireyin kendisinin ve başkalarının duygularını anlama, bunlar arasında ayırım yapma ve bu süreçten elde ettiği bilgiyi, düşünce ve davranışlarında kullanabilme yeteneğiyle ilgili olan sosyal zekânın bir alt formu” olarak tanımlamaktadırlar.
Birey; başka hayatlara karşı açık olduğunda, iletişim kurduğunda, farklılıkları kavradığı, onlarla bir arada yaşama kültürü geliştirdiğinde bu düşünme, kavrama, sorun çözme ve başarılı olma imkânını da arttırıyor. Sonuç olarak duygusal olarak kemale ermiş bireyler, akli olarak da daha başarılı oluyorlar.
Daha açık biçimde ifade edersek, birine yardım etmek yani vicdan sahibi olmak ile bilişsel zekâ arasında bir ilişki var. Ahlaklı olduğumuzda, yalnızca iyi bir insan değil aynı zamanda daha başarılı ve yeniliğe daha açık ve yeni şeyleri keşfetmeye daha yetkin bir insan da oluyoruz.
Dünyayı güzelleştirmenin yolu yalnızca zekâmızı doyurmaktan değil, duygularımızı da doğru beslemekten geçiyor. Dolayısıyla yalnızca zekâ ile değil kalp ile de düşünmeye alışmak bizi, hem daha ahlaklı hem de daha zeki kılıyor. Yapılan araştırmalar özellikle çocukluk döneminde duygusal gelişimini tamamlamış çocukların ahlaki yargılarda daha isabetli kararlar verdiğini söylüyor. Duygularla zihinsel faaliyetlerimiz birbirine zıt ve birbirini dışlayan şeyler değil, aksine birbirini tamamlayan ve birbirini besleyen insani özellikler olarak karşımıza çıkıyor.
Ne kadar ilginçtir ki, özellikle de Hanefi-Mâtürîdî İmamların, imanın ve ahlakın temeline yerleştirdikleri “kalp ile düşünme”, “kalp ile tasdik etme” eylemi, akıl ve zekâ üzerindeki son gelişmeler açısından da oldukça önemli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Zira Mâtürîdî açısından “akletmek” aynı zamanda ahlaklı olmayı da içerir.
Yani bir insan ahlaklı değilse bunun nedeni aynı zamanda onun aklını da kullanmadığı anlamına gelir. Mâtürîdî, aklı “iyiliklerin ve kötülüklerin kendisiyle bilindiği şey” olarak tanımlamaktadır. Özünde güzel olanların değişmemesi, onların özlerinin yaratıcı tarafından o şekilde belirlenmiş olmasındandır. Nitekim Mâtürîdî, aklın güzel bulduğu, gördüğü fiilleri -ki bunlar niteliğinde değişim görülmeyen fiillerdir- Allah’ın güzel (tahsin) kıldığını, aklın çirkin bulduğu fiilleri de yine Allah’ın çirkin (takbih) kıldığını söyler.
Örneğin Allah doğruluk ve adaleti akıllarda güzel (tahsin) kılarken; yalan ve zulmü de çirkin (takbih) kılmıştır.
Mâtürîdî itikadının ahlak anlayışı ile ilgili belirtilmesi gereken bir husus da onun düşünceyi, inancı ve doğru bilgiyi eyleme öncelemesi, eylemi taklide değil sağlam bir bilgiye dayandırmasıdır.
Din eğitimimizi de duyguların ve aklın birlikte eğitildiği bir çerçeveye dayandırmak ve Mȃtüridi’yi keşfetmek gençlerin talepleri açısından önemli gözüküyor. Gençleri hem FETÖ gibi Bȃtınî hem de radikal akımlara kaptırmamanın yolu onlara Mȃtüridilik gibi makul bir din öğretimi vermekten geçiyor.