Türkgün Dünya ABD'de akademik özgürlüğün yok oluşu

ABD'de akademik özgürlüğün yok oluşu

Project Esther yüzünden kaynakların Filistin yanlısı aktivizmi bastırmaya yönlendirilmesi, hem Yahudi topluluklarını daha savunmasız hale getiriyor hem de sivil özgürlükleri ve akademik özgürlüğü herkes için azaltıyor

KAYNAK: AA

Jewish Voice for Peace'in Akademik Konseyi Üyesi ve Wake Forest Üniversitesi'nde Yahudi Tarihi Bölüm Başkanı Barry Trachtenberg, ABD'de öğrencilere yönelik Filistin baskısını AA Analiz için kaleme aldı.

Mahmoud Khalil, Yunseo Chung ve Rümeysa Öztürk, şu anda ABD kampüslerinde siyasal ifade özgürlüklerini kullandıkları için sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan uluslararası öğrencilerden sadece birkaçı. Bu öğrencilerin sınır dışı edilme girişimleri münferit olaylar değil, Trump yönetimi tarafından başlatılan sistematik baskının ilk somut örnekleri. Son haftalarda yüzlerce öğrencinin vizesi, herhangi bir yargı süreci işletilmeden, sadece "Filistin yanlısı siyasi destek" gerekçesiyle iptal edildi. Kampüslerdeki ifade özgürlüğüne yönelik bu benzeri görülmemiş saldırı, Amerikan yükseköğreniminde muhalefetin bastırılmasında korkutucu bir dönüm noktasına işaret ediyor.

Bu eylemlerin arkasında, 7 Ekim 2024'te Heritage Foundation tarafından yayımlanan "Project Esther" adlı girişim yer alıyor. Faşist yöntemlerden esinlenen bu plan, İsrail'in politik pozisyonlarını eleştiren her sorgulamayı "yıkıcı ve tehditkar" olarak tanımlıyor. Bu sorgulamalar artık sadece fikir ayrılığı değil, devlete yönelik saldırı ve acil müdahale gerektiren bir ulusal güvenlik tehdidi olarak sunuluyor. Yeni yayımlanan "Project Esther'ı Reddetmek" raporuna göre, öğrencilere yönelik bu saldırıların arkasında, kıyamet teolojisi temelli, kendini "Hristiyan Milliyetçisi" olarak tanımlayan bir grubun oluşturduğu aşırı sağcı ittifak bulunuyor. Pekala, bu kadar şiddetli bir şekilde neden yükseköğretimi hedef alıyorlar? Cevabı hem basit hem derinlikli: Bireylerden değil, adaletsizliği ortaya çıkaran, eleştirel düşünmeyi teşvik eden ve sistematik gücü sorgulama potansiyeli taşıyan kolektif bir güç olmamızdan korkuyorlar. Zira üniversiteler, sistematik ırkçılığın, sınıfçılığın, emperyalizmin ve iktidarlarını dayandırdıkları diğer baskı biçimlerinin adlandırılabildiği, incelenebildiği ve sorgulanabildiği sayılı kurumsal alanlardan biri olmaya devam ediyor.

"Hamas Destek Ağı" miti

Project Esther'ın en endişe verici yönü, Amerikan kurumlarında faaliyet gösterdiği öne sürülen sözde bir "Hamas Destek Ağı"nın varlığından yola çıkması. Bu uydurma yapı, neredeyse tüm Filistin yanlısı organizasyonları, öğrenci topluluklarını, akademik programları ve bireysel aktivistleri kapsadığı öne sürülen bir ağ olarak sunuluyor. Bu anlatı, tarih boyunca Yahudileri hedef alan antisemitik komplo teorilerini andırıyor. Neredeyse yüzyıl önce yayımlanan "Siyon Liderlerinin Protokolleri"ndeki söylem yapısını birebir kopyalayan bu kurgu, bu kez Filistin'le dayanışma içindeki (birçoğu Yahudi) aktivistleri hedef alıyor.

Uluslararası öğrenciler, herhangi bir suç işlemedikleri halde yalnızca siyasi ifadeleri nedeniyle sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Project Esther, öncelikle en kırılgan yasal statüye sahip kişileri hedef alarak, Amerikan halkının nereye kadar sessiz kalacağını test ediyor. Böylece vatandaş aktivistler, öğretim üyeleri ve akademik programları da kapsayabilecek daha geniş çaplı baskıların önünü açıyor. Antisemitizmle mücadele iddiasıyla yola çıkan Project Esther, aslında ABD'deki Yahudi karşıtı şiddetin gerçek kaynaklarından dikkati başka yöne çekiyor. Oysa gerçekte beyazların üstünlüğünü savunan ve Hristiyan Milliyetçisi hareketler (Heritage Foundation'ın da beslendiği ideolojik zemin) Yahudi toplulukları için en büyük tehdidi oluşturuyor.

Akademik değerlerin hiçe sayılması
Üniversite yönetimlerinin bu tür baskılara açık hale gelmesinin bir nedeni de yükseköğretimin serbest piyasalaşmasıdır. Üniversiteler, eğitim ve toplumsal misyonları yerine gelir üretimi, marka yönetimi ve bağışçı ilişkilerini önceleyen kurumlara dönüştü. Bu da üniversiteleri eleştirel düşünceyi teşvik etmek ve akademik özgürlüğü korumak gibi ahlaki sorumluluklarından uzaklaştırıyor. Öte yandan Filistinli seslerin sistematik olarak bastırılması, Yahudilerin istisnai insanlar olduğuna (Jewish exceptionalism) dair yerleşmiş bir anlatının yansımasıdır. Bu anlatı, birçok insan için Yahudi tarihindeki mağduriyetle günümüz İsrail devletinin şiddetini bir arada düşünmeyi neredeyse imkansız kılıyor ve İsrail politikalarına yönelik meşru eleştiriler otomatik olarak antisemitizm olarak etiketleniyor. Bu nedenle Yahudi bir devletin sistematik şiddet uygulayabileceği fikri dahi düşünülmez hale geliyor.

Project Esther'ın uygulanması, üniversiteleri birer öğrenme alanı olmaktan çıkarıp ideolojik denetim araçlarına dönüştürüyor. Bu faşizan mantık, muhalefeti ulusal güvenliğe tehdit olarak tanımlıyor ve muhalefete yönelik baskıyı meşrulaştırıyor. Belirli siyasal ifadeleri kriminalize eden, muhalif akademisyenleri tasfiye eden, gözetim ve korku atmosferi yaratan bu politika, demokratik bir toplumda yükseköğrenimin temel misyonuna açıkça aykırı. Ayrıca, İsrail'e yönelik eleştiriyi antisemitizm olarak yaftalayan anlayış, gerçek antisemitizmle mücadele çabalarını da baltalayarak Yahudilere zarar veriyor. Project Esther yüzünden kaynakların Filistin yanlısı aktivizmi bastırmaya yönlendirilmesi, hem Yahudi topluluklarını daha savunmasız hale getiriyor hem de sivil özgürlükleri ve akademik özgürlüğü herkes için azaltıyor. Bu yaklaşıma karşı dururken, üniversitelerin her türlü akademik araştırma ve siyasi ifadeye alan açma sorumluluğunu ısrarla savunmalıyız. Bu, Filistin tarihini, deneyimlerini ve bakış açılarını sınıflarımızda, araştırma gündemlerimizde ve kampüs tartışmalarımızda konu edinmeyle olur.

Columbia ve Pomona gibi bazı kurumlar siyasi baskılara boyun eğmiş olsa da Wesleyan, Tufts ve Brown gibi üniversiteler farklı yol izleyerek akademik özgürlüğü baskıya teslim etmeden savunmanın mümkün olduğunu bizlere gösterdi. Bu kurumlar, üniversitelerin kendi temel eğitim misyonlarını terk etmeden bu tür saldırılara nasıl karşılık verebileceklerine dair alternatif modeller sunuyor. Kampüslerdeki Filistinli sesler için verilen mücadele, nihayetinde üniversitenin ruhu için de verilen bir mücadeledir. Mücadele, kimin konuşma hakkı olduğuna, kimin acısının dikkate değer sayıldığına, kimin tarihinin öğretilmeye değer olduğuna ve eleştirel düşünceye hangi sınırların getirileceğine dair çok temel soruları gündeme getiriyor.

Bize saldırıyorlar çünkü bizden korkuyorlar. Dile getirdiğimiz gerçekler, sessiz kalmamızı isteyen güçlü çıkarları tehdit ediyor. En savunmasız olanları korumak, sistematik biçimde susturulanlara dayanak olmak ve adaletsizliğe karşı konuşma riskini göze almak zorundayız. Kurumların iflas ettiği böyle zamanlarda, akademik özgürlüğü ve insan onurunu bu benzeri görülmemiş saldırıya karşı savunmak her birimizin görevidir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *
Türkgün Sağlık Deprem sonrası kaygıyı azaltmanın yolu

Deprem sonrası kaygıyı azaltmanın yolu

İstanbul'da yaşanan son deprem, sadece fiziksel etkilerle değil, psikolojik travmalarla da gündeme geldi. Deprem sonrası birçok kişi, “hayalet deprem” algısı gibi ruhsal sorunlar yaşarken, nöroteknoloji alanındaki yenilikçi yöntemler, bu psikolojik etkilerle başa çıkmada umut veriyor.

MUHABİR: Sevda Yalçın

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yaşanan deprem, Türkiye'nin deprem kuşağında yer almasının verdiği endişeyi bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Fiziksel etkilerin yanı sıra, deprem sonrası yaşanan psikolojik sorunlar da büyük bir tehdit oluşturuyor. Özellikle "hayalet deprem" algısı, anksiyete ve panik atak gibi ruhsal sarsıntılar, depremzedelerin günlük yaşamını olumsuz etkiliyor. Ancak, nöroteknoloji alanındaki gelişmeler, bu zorlu süreci atlatmaya yönelik umut verici çözümler sunuyor.

Hayalet Deprem Algısı ve Beynin Alarm Durumu

Deprem sonrası yaşanan "hayalet deprem" algısı, aslında beyindeki bir alarm durumunun yansıması olarak açıklanıyor. Dr. Günet Eroğlu, bu durumu şöyle tanımlıyor: "Deprem anında, beynimizin hayatta kalma mekanizması devreye girer. Sarsıntı geçtikten sonra bile, beyin potansiyel bir tehlike arayışıyla çevreyi tarar. Dengeyi kontrol eden beyindeki aşırı aktivite, gerçekte olmayan sallanma hissi yaratır."

Nörogeribildirim: Deprem Sonrası Kaygıyı Yönetmek İçin Yeni Bir Yöntem

Nöroteknoloji alanında son yıllarda önemli ilerlemeler kaydedildi. Nörogeribildirim (NGB), bireyin beyin dalgalarını izleyerek, bu aktiviteyi bilinçli bir şekilde düzenlemeyi öğrenmesine olanak tanır. Dr. Eroğlu, NGB’nin deprem sonrası yaşanan stres, kaygı ve "hayalet deprem" hissinin yönetilmesinde etkili olduğunu vurguluyor. "NGB, beynin sakinleşmesini destekleyen frekansları güçlendirir, otonom sinir sistemini dengelemeye yardımcı olur ve yanıltıcı sallanma hissini azaltır."

Deprem Psikolojisi: Travmanın Etkileri ve Bilimsel Çözümler

Depremin fiziksel zararlarının yanı sıra, ruhsal etkileri de uzun süre devam edebilir. Deprem sonrası yaşanan anksiyete, stres ve travmalar, bireylerin psikolojik sağlığını tehdit eder. Nöroteknoloji ve nörogeribildirim gibi bilimsel temelli yaklaşımlar, bu psikolojik sorunlarla başa çıkmanın güçlü araçları olarak öne çıkıyor. Dr. Eroğlu, "Bireylerin psikolojik sağlamlıklarını artırmak ve travmanın uzun vadeli etkilerini azaltmak için bu yenilikçi yöntemlerin önemi büyük," diyor.

Deprem Sonrası Psikolojik Hazırlık: Nöroteknoloji ve Yenilikçi Yöntemler

Türkiye, deprem kuşağında yer alan bir ülke olarak, deprem sonrası psikolojik hazırlık konusunda adımlar atmak zorunda. Nöroteknoloji ve nörogeribildirim gibi gelişmiş teknolojiler, bireylerin psikolojik iyileşme süreçlerini hızlandırabilir ve travmanın etkilerini minimize edebilir. Bu tür bilimsel temelli yaklaşımlar, gelecekte deprem psikolojisi için önemli bir araç olacak.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *