Yunus Emre şöyle bir sitemde bulunuyordu:

"Kalem eğri dilli, mürekkep siyah yüzlü, kağıt ikiyüzlü!

Şimdi kalkıp arzuhalimi yazmaya kimi mahrem kılayım?"

Bazen toplumsal olaylarda bazen ise bireysel yaşadıklarınızda kendi gözlerinizle bizzat gördüklerinizi yahut kendi kulaklarınızla bizzat duyduklarınızı yazamıyor, anlatamıyorsunuz… Topluma, ailene, dostuna, arkadaşına, kardeşine, gönüldaşına tehlikenin her yönlü boyutunu anlatıyorsun fakat kimi zaman çıldırtan dengelere, kimi zaman edep-adap sınırlarına, kimi zaman vurdumduymazlara, kimi zaman da idrak yoksunluklarına takılıyor ayağın… O yüzden çoğu zaman varamıyorsun gerçeğe!  Dile kör kilitler vurulmadan önce paslı kulaklar ses geçirmiyor. Ondan sonra bağır bağırabildiğin kadar… Böyle bir algılama zafiyetinde kim duyacak sesini?

Ne zaman toplumu, bireyleri bir tehlike karşısında uyarsam ve uyarıların tesirsiz kaldığını görsem aklıma şu kırlangıç öyküsü geliyor. Yıllar önce yine bir yazımda bu öyküyü toplumu uyarma mahiyetinde kullanmıştım:

Küçük kırlangıç çok akıllı, çok bilgili imiş. Yeni şeyler öğrenmeyi, yeni yerler görmeyi pek severmiş. Bir gün oradan oraya uçarken bir köylünün sürdüğü toprağa 'kenevir tohumu' ektiğini görmüş. Akıllı kırlangıç derhal gelecekte olabilecek tehlikeyi sezmiş. Hemen diğer kuşları bulmuş. Onlara sorunu anlatmış:

-'Siz görmediniz. Ama ben gördüm. Köylünün birisi tarlasına kenevir tohumu ekiyordu. Bu kenevir bizim için çok tehlikelidir. Bizi gelecekte büyük bir tehlike bekliyor.' demiş...

Serçe:

-Neymiş bu tehlike bakalım? diye sormuş.

Kırlangıç açıklamış tehlikeyi:

-Bu kenevir denen bitkinin tohumu yayılır, toprak içinden filiz verir, fışkırır çıkar. Büyür. İnsanlar yapraklarını eğirirler. İp yaparlar. Sonrada bu iplerden bize tuzak yaparlar. Kurdukları tuzağa düşer ve ölürüz. Gelin beni dinleyin, vakit geçmeden bir önlem alalım. Tohumları yiyip, bitirelim. Kenevir büyümesin, ip olmasın. İp tuzak olmasın, bizi öldürmesin...

 Fakat kırlangıç, boşa nefes tüketmiş.

Hepsi de gülüp geçmişler. Hiç önemsememişler. Kenevirler filiz vermeye başlamış. Kırlangıç gene yalvarmış kuşlara:

-'Etmeyin, eylemeyin; henüz vakit varken, şu filiz kenevirleri yiyip, bitirelim. Yoksa sonumuz kötü olur demiş.' demiş ama kendi söylemiş, kendi dinlemiş. Kenevirler boy atmış, büyümüş. Kırlangıç gene dil dökmüş. Anlatmış olacakları bir bir... Ama sen misin anlatan. Kuşlar kırlangıcı dövmeye bile yeltenmişler.

-Bizi rahatsız ettiğin yeter artık, kes sesini! demişler.

Kırlangıç bıkmış, usanmış. Kuşları kendi kaderiyle baş başa bırakıp, göçüp gitmiş oralardan. Gel zaman, git zaman köylüler kenevirleri toplamışlar. Eğirmişler, ip yapmışlar. İplerden ağ örüp, tuzak kurmuşlar. Bütün küçük kuşları yakalayıp, kafeslere hapsetmişler. Kimini tutsak etmişler, kimini de kebap yapıp, afiyetle yemişler. Kırlangıcın haklılığı kanıtlanmış ama ne çare. İş işten çoktan geçmiş.

***

Gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz ölçüde; tehlikeler karşısında bıkmadan, usanmadan sürekli uyarıyoruz. Hani derler ya “Emin olduğu zaman dahi etrafını kollayan, tehlikeye düşmez.” diye… Emin olsan da dinle, etrafını kollasan da bir bak… Bu da bir nevi uyarıya katkıdır.

Hangi alanda olursa olsun, milletin geleceğini, toplumun huzurunu, bireyin kalitesini korumak adına haine yol verme, ihanete yol açma, ahlaksıza imkân tanıma, kutsal davaları menfaatleri için maske yapanlara aldanma…

Tehlike karşısında vurdumduymaz çoğunluğu görünce, enerjinde çekilme, azminde gevşeme yaşadığımız günler oluyor. Öyle günler oluyor ki, karakteri çürüyenlerin ve ruhu kokanların üzerine bazen toprak atamıyor, kötüler iyileri ezerken bazen kurtaramıyor, elinde tuttuğu hançeri havada yakalayıp kıramıyorsun… Sadece izlemek düşüyor payına.

Maskeli bir baloda gibisin adeta… Herkes rolüyle yorgun düşüyor günün sonunda. Ertesi gün, yeni bir güne uyanıyor ve sil baştan yapıyorsun… Komutlu bir hayat sanki: Hazır ol, rahat, sağaaa dön, solaaaa dön, ileriiii marş! Sol sol sol, sol sağ sol… Kıt'a dur, geriyeeee dön! Yerinde say…

Mısır şurubundan bal, ıspanaktan Antep fıstıklı baklava gibi tarifler… Az ondan kat, az bundan kat… Hadi durmadan karıştır… Görüntü tamam, tadı da benzesin biraz. Ağız tadı kalmadı zaten… Her sahteye kolay aldanıyor insan…

Al sana en basit sahte, riyakar insan tarifi: “Olduğun gibi görünme, göründüğün gibi olma…”

İdealist görün ama yaşama…

Helal nutukları at ama haram ye…

Namus için ölürüm de namus kirlet…

Ruhunla oralıyken, bedeninle buralı gibi davran…

Brütüs gibi elinde hançerle bekle ama dergâhta bekleyen derviş rolü oyna…

“Bir lokma, bir hırka” sözünü dilinden düşürme ama dünya malı için en şehvetli halinle sinekten yağ çıkar…

Kutsal davaları sömürmek için bünyeye giren parazit ol ama nesli tükenmiş kahraman gibi davran…

Sosyal çürümenin özeti gibi tüm bunlar…

Bu manzara karşısında, şairin kaleme aldığı “Kalmışım ara yerde, tozdayım, dumandayım /Kirli bir mekândayım, iğrenç bir zamandayım.” Gibi ruh halinde olsak da millet için, içinde yaşadığımız toplum için mücadeleye devam edeceğiz. Uyaracağız, uyaracağız, her daim uyaracağız. Umarım uyarıları dikkate alınmayan kırlangıç gibi olmayız finalde…

O yüzden yazımızın başındaki Yunus Emre’nin sitemini tersinden okuyarak ‘eğri kalemlerin dili düzelmeli /mürekkep aydınlık yazan hale gelmeli/kâğıt ise tek yüzlü olmalı’ diyebilmeliyiz.

Bizi hayata bağlayan inançlar, ülküler, davalar bunu bize büyük sorumluluk haline getiriyor. Yine Yunus Emre ne diyordu:  "Her dem yeniden doğarız/ Bizden kim usanası" 

Gelecek nesiller adına temiz bir toplum, temiz toplumu koruyacak kutsal bir dava bırakmak adına… Türk milleti için uyarılarımız anlamlı, mücadelemiz kutsal olsun…