21 Eylül 2024
weather
23°
Twitter
Facebook
Instagram
Türkçe Düşün
İstanbul
HAFİF YAĞMUR
23°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
Türkgün Gündem 100.yılında 30 Ağustos Zaferi'nin bize söyledikleri

100.yılında 30 Ağustos Zaferi'nin bize söyledikleri

100. yılını idrak ettiğimiz 30 Ağustos 1922 tarihi hem Millî Mücadele tarihinin hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin önemli bir dönüm noktasını teşkil etmektedir...

6 Dakika
OKUNMA SÜRESİ
100.yılında 30 Ağustos Zaferi'nin bize söyledikleri

Doç. Dr. Ramazan Erhan Güllü/ Tarihçi

100. yılını idrak ettiğimiz 30 Ağustos 1922 tarihi hem Millî Mücadele tarihinin hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin önemli bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Türk ordusunun “Büyük Taarruz” olarak adlandırılan Yunan ordusuna karşı harekâtıyla Anadolu’da Yunan işgalinin sonlandırılması sağlanmıştı. 26 Ağustos günü sabaha karşı başlayan taarruz dört gün devam etmiş ve 30 Ağustos günü Türk ordusunun kesin zaferiyle neticelenmişti.

30 Ağustos, öncesindeki çeşitli askerî ve siyasî gelişmelerin neticesi olduğu gibi, sonrasında meydana gelen birçok siyasi gelişmenin de nedeni ve hazırlayıcısıydı. Büyük Taarruz’a giden süreci başlatan gelişme ve Millî Mücadele’nin diğer bir önemli noktasını teşkil eden başarı “Sakarya Zaferi”ydi. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen İttifak blokunda yer alan Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak silah bırakmıştı. Mütarekenin akabinde, önce İngilizler (Fransızlarla aralarındaki sömürge rekabetinin bir yansıması olarak) Anadolu’nun güney bölgelerini işgal etmişler, daha sonra çekilerek yerlerini Fransızlara bırakmışlardı.

Mütareke imzaladıktan sonra adil bir barış beklentisinde olan Osmanlı Devleti’nin geleceğinin nasıl olacağı sorusu Paris Barış Konferansı’nda gündeme gelmiş, buradaki tartışmalar çerçevesinde müttefik devletler Yunanistan Başbakanı Venizelos’a yetki vererek Yunan ordusunun İzmir’i işgaline neden olmuşlardı.

Dönemin siyasî havasını genel olarak özetlemek gerekirse; Osmanlı Devleti yetkilileri, savaştan yenik ayrılmış olmakla birlikte barış masasında Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin idaresinin Osmanlı Devleti’nde kalacağı ancak bazı yaptırımlara maruz bırakılacağı bir barış antlaşması imzalanacağı ümidindeydiler. Müttefikler ise Osmanlı Devleti’nin artık sahip olduğu coğrafyayı yönetme kabiliyetinde olmadığını düşünüyorlar, Osmanlı coğrafyasını ele geçirme düşüncelerini siyaseten rahatlıkla uygulayabilmek adına da Yunan ordusunu Anadolu’ya çıkararak olası direnişleri bastırmayı amaçlıyorlardı. Böylece, Yunan ordusu müttefik devletler adına ve onların her türlü desteğiyle Anadolu’yu işgal ederek Türklerin oluşturabileceği direniş hareketlerini yok edecekler, onlar da barış masasında Osmanlı coğrafyasını istedikleri şekilde ayrıştırarak İstanbul ve Anadolu’da Türk hâkimiyetine son vereceklerdi. Sevr Antlaşması ile somut olarak görüleceği üzere müttefiklerin Türkler için düşündükleri “adil”(!) barış, İç Anadolu’da birkaç şehirden ibaret ve hiçbir uluslararası anlam taşımayan bir “devletçik”ten ibaret bir barıştı.

Yunan ordusu 15 Mayıs tarihinde İzmir’i işgal ettikten sonra işgal sahasını genişletmeye başlamış, Anadolu içlerine kadar bir tehdit oluşturmuştu. İşgallere karşı başlayan Kuva-yı Milliye hareketi ise Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçişi sonrası toplanan kongrelerle merkezî hale getirilmeye çalışılmış, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından bir süre sonra da düzenli orduya geçilerek direniş daha sistemli bir şekle dönüştürülmüştü. Doğuda Ermeni çetelerine karşı kazanılan başarılar, batıda I. ve II. İnönü savaşlarıyla Yunan ordusuna karşı elde edilen zaferler, düzenli ordunun kesin zafere giden yoldaki önemini göstermişti. 23 Ağustos – 13 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesi ile ise Yunan ordusunun ilerleyişi durdurulduğu gibi Ankara Hükümeti’nin ve Millî Mücadele hareketinin güç ve otoritesi açıkça görülmüştü. Mustafa Kemal Paşa tarafından “Melhame-i Kübra” (Büyük Savaş) olarak adlandırılan Sakarya Meydan Muharebesi, aynı zamanda Paşa’nın “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” sözleriyle tam bağımsızlık sağlanana kadar savaşın devamına işaret ettiği savaştı.

Sakarya Zaferi’yle içerde ve dışarda rüştünü ispatlayan Türk ordusu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1922 yılı yaz aylarında, ülkedeki işgali tamamen sonlandıracak bir askerî harekât için hazırlıklarını tamamlamıştı. Temmuz ayından itibaren taarruz için son hazırlıklar ikmal edilirken taarruz kararı Mustafa Kemal Paşa ve yakın çevresi dışında kimseye duyurulmamıştı.

Hazırlıkların tamamlanmasıyla, Mustafa Kemal Paşa ve kurmay heyeti 26 Ağustos günü Birinci Ordu’nun gözetleme merkezi olan Kocatepe’ye gelmişler ve taarruz o gün sabah başlatılarak dört gün içinde kesin zaferle neticelenmişti. Kısa süre içerisinde Yunan ordusunun işgalinde bulunan yerleşimler teker teker kurtarılmış, 9 Eylül 1922 günü Türk ordusunun İzmir’e girişiyle de Anadolu’daki işgal tamamen sonlandırılmıştı.

Dolayısıyla işgalleri sonlandıran hareket, “Büyük Taarruz” ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya atfen “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak adlandırılan 30 Ağustos Zaferi’dir. Mustafa Kemal Paşa’ya “Gazi” unvanı ve “Mareşal” rütbesinin verildiği zafer, Anadolu’daki işgalin de tamamen sonlanmasını sağlamıştır.

Zaferin kazanıldığı bu ana kadar yaşananlar, mütarekeden sonra yaşanan çeşitli askerî ve siyasî gelişmelerin neticeleriydi. Zaferin sağladığı en önemli netice ise, Cumhuriyet’in ilânına ve bağımsız/millî bir Türk Devleti’nin ilânına giden süreci hazırlamasıydı. Bu zaferle, Mondros Mütarekesi’yle başlatılan ve Sevr Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’ne zorla uygulatılmak istenen gayri millî şartlar ortadan kalkmış, 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türkiye zafer kazanmış bir devlet olarak silah bırakmayı onaylamıştı. Bu durum Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye’nin yenilen değil savaş meydanlarında zafer kazanan bir devlet olarak temsilini sağlayacaktı. Türkiye artık Mondros sonrası Paris’te barış arzulayan yenik bir devlet değil, Mudanya sonrası Lozan’da barışın esaslarını tartışan galip bir devletti. Lozan Konferansı toplanmadan önce Saltanat’ı kaldırarak İstanbul’un Anadolu üzerindeki idarî yetkisini de sonlandıran TBMM, bu süreçte İngiliz yetkililerin ifadesiyle “Sultan’ın otoritesini iade ederek” İstanbul Hükümeti merkezli ve güdümlü bir siyasî otoriteyi sürdürme anlayışını ortadan kaldırmış, tam bağımsız ve millî bir Türk Devleti’ni tüm dünyaya kabul ettirmeyi başarmıştı. Bu başarının ardındaki esas motivasyon kaynağı şüphesiz 30 Ağustos Zaferi’ydi.

Bu büyük başarının ardında Mustafa Kemal Paşa’nın liderlik özelliklerinin, kritik anlarda inisiyatif alma ve dönüşüm anlarında stratejik kararlarını uygulayabilme yeteneğinin etkisi unutulmamalıdır. TBMM’den ilk olarak 5 Ağustos 1921 tarihinde aldığı “Başkumandanlık” yetkisinin Meclis tarafından, Büyük Taarruz öncesi dördüncü kez ve süresiz olarak uzatılmasının, Paşa’nın askerî ve siyasî meziyetlerine duyulan güvenin bir neticesi olduğu şüphesizdir. Bu güveni boşa çıkarmayan Mustafa Kemal Paşa, Türkiye’nin tam bağımsızlığını dünyaya kabul ettiren bir antlaşmanın imzalanmasını başardığı gibi, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in ilânını da sağlayarak, Türkiye’yi millî yapısıyla çağdaş dünyanın bir ferdi haline getiren en önemli adımlardan birisini de atmıştır.

100. yılında 30 Ağustos Zaferi’nin ve gelecek yıl yine 100. yılını idrak edeceğimiz Lozan Antlaşması’nın bugün bize hatırlattığı önemli hususların başında ise Türk’ün bu coğrafyadaki varlığına tahammül edemeyen güçlerin hâlen varlıklarını sürdürdüğü gerçeği gelmektedir. Bugün Türk milletine düşen görev de 100 yıl öncesinde olana benzer olarak, devletin ve milletin kritik anlarında inisiyatif sahibi olmayı göze alabilen, devletin bekası için şahsî ve siyasî hesapları yok sayan liderler etrafında sıkı bir birliktelik kurabilmek ve 100 yıl önce olduğu gibi bugün de Türkiye’ye karşı masa başında planlanan hesapları ortadan kaldırmayı başarmak olmalıdır.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *
Büyük Zafer'in 100. yıl coşkusu sürüyor...

Büyük Zafer'in 100. yıl coşkusu sürüyor...