9 Ekim tarihli köşe yazımda “ABD Suriye’de kalmanın yolunu mu arıyor?” sorusunu gündeme getirmiştim. O yazıda, “DAEŞ’le mücadele söylemiyle Suriye’ye ayak basan ABD, DAEŞ sonrasında da Suriye’de kalabilmek için İran’ı bir “meşruiyet aracı” olarak kullanmak istiyor ve bu çerçevede İran’a yönelik baskısını giderek artırıyor” tespitinde bulunmuştum. Son günlerde bunun doğru bir tespit olduğuna dair yeni gelişmeler yaşandı.

ABD Savunma Bakanı James Mattis, Suriye’nin kuzeyinde gözlem noktaları kuracaklarını açıkladı. Bunun gerekçesini “Türkiye’nin kaygılarını gidermek” şeklinde ifade eden Mattis, gözlem noktaları Türkiye’nin lehine olacakmış gibi bir algı yaratmaya çalıştı. Durumun Türkiye tarafından memnuniyetle karşılanacak bir gelişme olmadığını Savunma Bakanı Akar açıkça ortaya koydu. Akar, “gözlem noktaları YPG’nin korunduğu algısını güçlendirir” derken aslında Türkiye’deki genel kanaatin bu olduğunu ve bu adımın Türkiye’yi rahatsız ettiğini açıklamış oldu.

ABD bir yandan SDG ile işbirliğini devam ettirmenin diğer yandan da bundan dolayı gerilen ABD-Türkiye ilişkilerini onarmanın derdinde. Bir diğer ifadeyle, ABD iki tarafı da aynı anda idare etmeye çalışıyor. Hâliyle, kimi adımları Türkiye tarafından, kimi adımları da SDG tarafından eleştiriliyor. ABD, ya NATO müttefiki Türkiye gibi bölgesel bir güçten yana ya da bölgeyi istikrarsızlaştıran bir terör örgütünden yana olmak gibi bir paradoksla karşı karşıya. ABD’nin içine düştüğü çelişkili durum, onun NATO gibi çok taraflı meşru ittifaklara değil teröre destek olma pahasına bencilce kendi çıkarlarına odaklandığının işareti olarak görülmeli.

ABD’nin Türkiye’nin kaygılarını gidermekten ziyade SDG’yi korumaya çalıştığı malum. ABD, Türkiye’nin haklı itirazlarına rağmen kendisine Suriye’de taşeronluk yapan SDG’yi gözden çıkarmaya yanaşamıyor. SDG’den uzaklaşmak şöyle dursun, geçen gün ABD’nin 30 bin SDG militanını eğiteceği duyuruldu. Bu haber basında yeni bir gelişme gibi sunulmuş olsa da esasen bu yönde bir anlaşmaya varıldığı Ocak 2018’de basına yansımıştı. O tarihlerde “30 bin kişilik ‘sınır güvenlik gücü’ ya da ‘Kuzey Ordusu’ kuruluyor” şeklinde ifade edilen gelişmenin artık somutlaştırılmaya başlandığı anlaşılıyor.

Ne var ki ABD’nin söylemi açısından bir değişim olduğunu tespit etmek mümkün. Ocak ayında bu 30 bin kişilik gücün “DAEŞ’le mücadele” için oluşturulduğunu söyleyen ABD’nin bu sefer DAEŞ’in yanı sıra “İran’la mücadele” gerekçesine sarıldığı dikkat çekiyor. Bunun temel sebebi, DAEŞ’in bitme noktasına gelmesi sebebiyle ABD’nin Suriye’deki varlığını sürdürmek için yeni bir bahane bulma girişimi olsa gerek.

Esasen, ABD için önemli ve öncelikli olan, Suriye’nin geleceği ya da DAEŞ değil, İran karşısında İsrail’in güvenliği temin etme kaygısıdır. ABD, kendi çıkarını burada görmekte ve bu çıkarı korumak için Türkiye gibi bir müttefikini dahi kaybetme riskini göze alabilmektedir. Bu şartlar altında İran’ın Suriye’deki varlığı devam etikçe ABD’nin bu bölgeden çıkmasını ve SDG’ye verdiği desteği kesmesini beklemek pek gerçekçi görünmüyor.

Trump yönetiminin İsrail’e olan göbek bağı kesilmedikçe, dün DAEŞ bugün İran gerekçesini öne süren ABD’nin yarın da başka bir gerekçeyle Suriye’den çıkmaktan imtina edeceğini öngörmek zor değil. ABD’nin hangi gerekçeyle olursa olsun Suriye’de kalması ise SDG’nin desteklenmesini gerektiriyor ve dolayısıyla Türkiye’nin tehdit edilmesi anlamına geliyor. Netice olarak ABD, tek taraflı politikalar ve dayatmacı bir zihniyetle hareket ettiğini gösteren son hamleleriyle, Suriye’de kalmak için sınırları zorlamaya devam edeceğini de ilân etmiş oluyor.