Venezuela gündemde ilk sıralara kadar yükseldi. Venezuela’yı gündeme getiren ise ABD Başkanı Trump’ın desteklediği muhalefetin mevcut devlet başkanı aleyhine sokaklara inmesi ve muhalif lider Juan Guaido’nun kendini geçici devlet başkanı ilan etmesi. Guaido, Devlet Başkanı Nicolas Maduro’nun meşruiyetini kaybettiğini savunuyor. Çeşitli sebeplerle Maduro’nun iktidardan düşürülmesini arzulayan birçok ABD başta olmak üzere birçok Batı ve Latin Amerika ülkesi de muhalefetin arkasında durarak Guaido’nun geçici devlet başkanlığını tanıyor.

Meselenin ortaya çıkardığı bir hususu defalarca dile getirmiştim. Bir önceki yazımda da olduğu gibi, tek kutuplu uluslararası sistem iddiasının çökmekte olduğunu ve ABD ile Rusya arasında yeni dünya düzeni arasında bir rekabet yaşandığını dile getirmiştim. Bunun hemem hemen her bölgede yansımaları olduğunu izah etmeye çalışmıştım. Doğu Avrupa’da Ukrayna, Ortadoğu’da Suriye, Kafkasya’da Gürcistan, Kuzey Afrika’da Mısır örneklerini küresel rekabetin bölgesel izdüşümü olarak nitelendirmiştim. Bu mücadelenin Latin Amerika ayağının Venezüella’da olması ihtimali çok yüksekti ve nihayet şimdi sıra ona geldi.

Venezüella’da yaşanan tartışmanın bir anda birçok ülkeyi iki ayrı kampa ayırmış olması, meselenin hiç de öyle iç siyaset meselesi olmadığını gösteriyor. ABD, AB ülkeleri ve birçok konuda onların yanında yer alan diğer ülkeler, Trump’ın muhalefet liderine destek mesajının ardından Guaido arkasında saf tutmaya başladı. Bir diğer yandan ise Maduro’nun iddiaların aksine meşru ve yasal bir devlet başkanı olduğunu savunan ülkeler Guaido karşısında mevcut hükümeti destekler pozisyon aldı. Venezüella dünyayı adeta ikiye böldü: Bir yanda sözümona demokrasi savunucusu ABD ve avenesi, diğer yanda seçilmiş bir siyasetçinin hakkını ve demokratik tercihleri savunan Rusya ve Türkiye gibi ülkeler.

Venezüella’da yaşanan darbe teşebbüsü ABD’nin ne ilk ne de son teşebbüsü olarak siyasî tarihte yerini alacak. 1980’de Türkiye’de yaşanan darbe sonrasında “bizim çocuklar başardı” diyebilen ABD, bakalım bu sefer aynı şeyi söyleyebilecek mi? Bu sorunun cevabı büyük ölçüde ABD’nin küresel sistem üzerindeki nüfuz gücü ile doğru orantılı. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin dünyanın geri kalanına karşı askeri ve siyasi açıdan bariz bir üstünlüğü vardı. Bu üstünlük günümüzde devam etse de ABD gücünün göreceli olarak daha az olduğu, Doğu’nun yükseldiği ve ABD’nin otoritesini sarstığı bir gerçek. Bu sebeple, ABD artık her istediğinde her ülkede yönetimi kendi çıkarlarına göre dizayn edemeyecek. Bunun ilk testlerinden birini Venezüella’da yaşıyoruz.

Demokratik teamülleri gayet güçlü olan ABD’de kendine karşı yürütülen soruşturmaları engelleyen, yargıya müdahale eden ve insan haklarını hiç de önemsemeyen Trump’ın kendi meşruiyeti hakkındaki şüphelere aldırmaksızın başka ülkelerin içişlerine müdahale etmesi abesle iştigaldir. Bu çağ dışı tavrın demokrasi ile açıklanması elbette ki mümkün değildir. Artık ABD, komünist SSCB karşısındaki demokrasinin savunucusu konumunda değildir, o devir Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle kapanmıştır.

Artık ABD’nin “demokrasi” bahanesi altında yürüteceği bir darbe teşebbüsünün inandırıcılığının olmadığı bir dönemdeyiz. Zira Trump yönetime gelene kadar demokrasi söylemini dilinden düşürmeyen ABD, epeydir bu demokrasi söyleminin aksi yönünde davranmaktadır. Kaşıkçı cinayeti olayında despot Suudi rejimine destek çıkan ABD’nin Venezüella ya da başka bir yerde “demokrasi” masalı anlatması kimseye ikna edici görünmeyecektir. Trump işbaşı yaptığında birçok despot liderin bunu bir rahatlama vesilesi sayması boşuna değildir.