MHP Kocaeli İl Başkanlığı’nın düzenlediği istişare toplantılarının on üçüncüsü, Gölcük ilçesinde gerçekleşti. “Gölcük İstişare Toplantısı” programı kapsamında Kocaeli’yi ziyaret eden MHP Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Bahadır Bumin Özarslan, MYK üyeleri Yavuz Tellioğlu ve Gökhan Türkeş Öngel ile Kocaeli Milletvekili Saffet Sancaklı, toplantı öncesi Kartepe’de işyeri açılışına katıldılar. Ayrıca Nusretiye Mahallesi’nde de Muhtarlık’ta vatandaşlarla bir araya gelerek sıkıntılarını dinlediler. Kocaeli İl Başkanlığı’nı ve Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nı da ziyaret eden MHP Heyeti, İl Başkanı Yunus Emre Kurt’tan ve Ülkü Ocakları İl Başkanı Abdulkadir Özdemir’den, faaliyetleri hakkında bilgi aldılar.
MHP Heyeti, Gölcük’te partililer, muhtarlar, meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları ile Gölcük’te salon toplantısı yaptı. Yoğun ilginin olduğu toplantıda MHP Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Bahadır Bumin Özarslan, 15 Temmuz’daki hain darbe girişiminin anlamını ve sonuçlarını değerlendirerek Cumhur İttifakı’nın ortaya çıkışını ve akabinde izlediği “Ankara merkezli” iç ve dış politikasını örneklerle anlattı. CHP’nin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu değerlerinden uzaklaştığına dikkat çeken Özarslan CHP’nin, “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi”ne imza atan ve KHK ile ihraç edilen akademisyenleri affedeceği yönündeki vaadinin ise tamamen PKK’nın dilini benimsemek olduğunu ifade etti.
Özarslan’ın açıklamaları şu şekilde:
''CHP, 2019 yerel seçimlerinden bu yana, kamuoyunu etkilemek ve sürekli olarak “erken seçimin yapılması gerektiği” algısını pekiştirmek için pek çok konuyu gündeme taşımaktadır. Gündeme getirdiği konuları da çoğunlukla çarpıtmakta ve kamuoyunu yanlış bir şekilde yönlendirmektedir. Bunlardan biri de 11.01.2016 tarihli ve “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı bildiridir. Bahsi geçen bildiri, 1128 imzayla bu tarihte kamuoyuyla paylaşılmış ve 20.01.2016 tarihinde de 2212 akademisyenin imzasıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmuştur. İlerleyen süreçte bu bildirinin adı, “Barış İçin Akademisyenler” adı altında örgütlenen imzacı akademisyenler sebebiyle “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi (BAB)” olarak yaygınlaşmış; imzacı akademisyenler için ise “Barış Akademisyenleri” tabiri kullanılmaya başlanmıştır.
BAB’a imza atan akademisyenler için resmî düzeyde muhtelif işlemler tesis edilmiştir. İdarî anlamda soruşturmaların yanında, ceza davaları da açılmıştır. Ayrıca 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen hain darbe girişiminin ardından ilân edilen Olağanüstü Hâl döneminde de 406 imzacı akademisyen, kamu görevinden ihraç edilmiştir. CHP’nin yakın zamanda hazırlattığı, gerek sosyal medyada yayınlanan gerekse bazı üniversite yerleşkelerinin giriş kapısına yakın yerlerdeki bilbordlarda sergilenen afişlerde dile getirilen “Barış Akademisyenleri işinin başına dönecek.” içerikli vaadi, bahsi geçen bu ihraç edilmiş 406 akademisyeni kapsamaktadır.
BAB’ın içeriğine bakıldığında ilk dikkat çeken husus, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hedef alınmasıdır. “Kürt halkı başta olmak üzere tüm bölge halklarına” şeklinde bir ifadeyle siviller kast edilerek, ilân edilen sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte ağır silahlarla saldırılar yapıldığı belirtilmiştir. Bu kapsamda, “açlığa ve susuzluğa mahkûm edilme”; yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere hemen bütün hakların ve özgürlüklerin ihlâl edildiği iddia edilmiştir. Bahsi geçen saldırıların “planlı ve kasıtlı bir kıyım” olduğuna dikkat çekilmiş; Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar ile uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası emredici hukuk kurallarının ağır bir şekilde ihlâl edildiği ileri sürülmüştür. Bunun yanında, uygulanan “katliam ve bilinçli sürgün” politikasından vazgeçilmesi, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılması, insan hakları ihlâllerinden sorumlu olanların cezalandırılması, vatandaşların uğradığı zararların tazmin edilmesi talep edilmiştir. Zarar tespiti için ise “ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin operasyon bölgelerine girerek gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesi” de istenmiştir. BAB’ın son kısmında ise hendek operasyonları dışında, genel olarak PKK terör örgütünün talepleri dile getirilmiş ve örgütün kullandığı dilin aynısı kullanılmıştır.
BAB, PKK’nın yıllardır kullandığı dili ve özellikle de kavramları kullanmaktadır. Bunlardan ilki, “barış” kavramıdır. Uluslararası hukuk açısından bakıldığında barış kavramı, savaş sonucunda ortaya çıkan ve savaşı bitiren resmî metinleri nitelendirmek için kullanılmaktadır. Savaş ise iki meşru taraf arasında yani iki devlet arasında mümkün olabilmektedir. Taraflardan birinin uluslararası hukukta meşru kabul edilmeyen bir yapı olması hâlinde, savaş kavramı kullanılmamakta ve çatışma kavramı tercih edilmektedir. Savaş kavramı kullanılmadığında ise doğal olarak savaştan kaynaklanan barış kavramı da kullanılamaz hâle gelmektedir. Bir başka deyişle terör örgütüyle mücadele eden bir devlet, savaş ve dolayısıyla barış kavramlarını kullanmaz. Bu kavramlar, özellikle de barış kavramı, günlük dilde anlaşıldığı şekilde değerlendirilmez. PKK’nın kendini meşrulaştırmak için uzun yıllardır yaptığı bilinçli bir saptırmanın sonucunda kullandığı ve maalesef kamuoyunda yerleşmiş bulunan barış kavramı, bu bildirinin başlığına da akademisyenlerin oluşumunun adına da geçmiştir. Bu yönüyle bakıldığında, son derece bilinçli bir şekilde ve saptırılmış anlamıyla barış kavramının kullanıldığı anlaşılmaktadır.
BAB’ın hendek operasyonlarını nitelendirirken kullandığı kavramlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin soykırımla suçlanması anlamına gelmektedir. Metinde “soykırım” kavramı kullanılmamakla birlikte, uluslararası hukuk açısından değerlendirildiğinde, soykırım suçunun bütün unsurları tek tek belirtilmektedir. BAB’a bakıldığında “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” fail olarak belirlenmiştir zira metinde mağdur olarak belirlenen “başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halkları”na karşı, fail kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ağır silahlarla saldırmıştır. Türk devleti, sokağa çıkma yasağı ilân ederek bahsi geçen halkları, “fiilen açlığa ve susuzluğa” mahkûm etmiştir. Operasyonlarda “yaşam hakkı”nı, “işkence ve kötü muamele yasağı”nı ihlâl etmiş, “katliam” gerçekleştirmiştir. Ayrıca söz konusu operasyonlar sebebiyle taşınan vatandaşların olması münasebetiyle “bilinçli bir sürgün politikası” da uygulamıştır. Dolayısıyla BAB’ın yazar(lar)ının kullandığı ifadeler ile uluslararası hukuk açısından soykırım suçu için sıralanan eylemler arasında, tam bir örtüşme söz konusudur. Bu da kullanılan dilin hiç de tesadüf olmadığını ve tamamen PKK’nın dili olduğunu göstermektedir.
BAB’ın soykırım suçu çerçevesinde, elde etmek istediği hedeflerden birisi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası müdahaleye maruz bırakılmasıdır. BAB’daki “vatandaşların uğradığı zararın tespiti için ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin operasyon bölgelerine girerek gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesi talebi” doğrudan doğruya, Türkiye’nin devlet olarak ve BAB’a göre suçu işleyen gerçek kişilerin yargılanmasının önünü açmak adına kullanılan ifadelerdir. Devlet olarak sorumluluk için bir başka devletin Uluslararası Adalet Divanı’na başvurması gerekmektedir. Uygulamada düşük bir ihtimâl olan bu seçeneğin işlememesi durumunda, Roma Statüsü’ne göre gerçek kişilerin yargılanabilmesi için gözlemleme ve raporlama yoluyla tespit yapılması hedeflenmektedir. Her ne kadar Türkiye, Roma Statüsü’ne taraf değilse de Roma Statüsü’nün 13. maddesinin b bendine göre Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, alacağı bir kararla Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılığı’nı harekete geçirebilir. Nitekim Darfur’da gerçekleşen eylemlerle ilgili olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, aldığı bir kararla Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılığı’na bildirimde bulunarak taraf olmayan Sudan’ın Devlet Başkanı Ömer El Beşir de dahil olmak üzere 50’den fazla isim hakkında soruşturma açılmasını sağlamıştır. 11.04.2019’da darbeyle iktidarını kaybeden Beşir’in, Sudan ile Uluslararası Ceza Mahkemesi arasında imzalanan mutabakat zaptı ile yargılanmasına karar verilmiştir.
Genel olarak bakıldığında, BAB’ın kaleme alınışı ve varmak istediği hedef ile PKK’nın dilinin ve hedeflerinin tamamen örtüştüğü görülmektedir. Daha da önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin terörle mücadelesini sekteye uğratmak için yeni bir sayfanın açılarak “soykırımla itham ve uluslararası müdahaleye maruz bırakma” yönünde bir stratejinin izlendiği söylenebilir. Bugüne kadar insan hakları ihlâlleri iddiasını sürekli olarak gündeme getiren PKK, bu bildiri yoluyla Türkiye’yi soykırımla suçlamakla kalmamış; uluslararası mahkemelerde, gerek devlet gerekse gerçek kişiler nezdinde yargılanması stratejisini hayata geçirmiştir.
Sonuç olarak CHP’nin “Telafi edeceğiz. Kaybettiğini yerine koyma vakti. Fikrini söyledi diye kimseye soruşturma açılmayacak. Barış Akademisyenleri işinin başına dönecek.” şeklinde hazırlattığı afişler ve dijital görseller, BAB’ı ve BAB’a imza atan akademisyenleri masum göstererek kamuoyunu yanıltma gayretinden başka bir şey değildir. Öte yandan bu vaat, CHP’nin HDP ve PKK ile yürüttüğü örtük ilişkinin bir başka örneğidir. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun 1915 olaylarını soykırım olarak nitelendirdiği, ayrıca CHP İstanbul Milletvekili İbrahim Kaboğlu ile CHP Genel Başkan Yardımcısı Yüksel Taşkın’ın BAB’a imza attıkları için ihraç edildiği, buna rağmen CHP’de üst düzey görevler alabildiği de üzerinde durulması gereken bir husustur. Bir başka deyişle CHP’nin hem Osmanlı Devleti hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni soykırımla itham ettiği ve soykırımla itham edenleri de koruyup kolladığı açık bir gerçektir. Bu durumda, CHP’nin “Cumhuriyet” ve onun kurumlarına olan hassasiyeti tamamen bir yutturmacadır ve somut olarak hiçbir karşılığı yoktur. Tam tersine bugünkü CHP, “Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları” ile aynı safta buluşmuştur ve amansızca bu değerlere saldırmaktadır. Buna rağmen, vatandaşlarımız müsterih olsunlar ki partimiz MHP, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu değerlerini sonuna kadar koruyacaktır ve bu değerlere toz kondurmayacaktır. Cumhuriyetimizi kuran kadronun ve onların önderi Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ün aziz hatırası da MHP eliyle her zaman mukaddes bir emanet gibi korunacaktır. Bu konu, kırmızı çizgimizdir ve asla taviz verilmeyecektir.