Geçtiğimiz hafta yazdığım bir makalede, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un sözde “Ermeni Soykırımı” hakkında aldığı kararın tarihî gerçekleri çarpıtmaktan başka bir anlam taşımadığını yazmıştım. Gerçekten de bu ve benzeri kararlar siyasî tavır/irade beyanından öteye geçebilecek nitelikte değil. Neden böyle olduğunu kısaca da olsa bu yazıda açıklamak istiyorum.

Bir hukuk terimi olan soykırım, ceza kanunlarında tanımlanan ve işlenmesi durumunda belli bir ceza öngörülen suçlardan biridir. Nasıl ki bir fiilin, bir suç teşkil edebilmesi için belli bazı unsurların varlığı şart ise, soykırımın da oluştuğuna hükmedebilmek için bazı unsurların varlığı aranır. Her suç gibi, soykırım suçunun da maddî ve mânevî unsurları vardır. Bunlardan birinin olmaması fiilin suç teşkil etmediği anlamına gelir.

Meseleyi somutlaştırmak için bir örnekten yola çıkmakta fayda var: Farz edelim ki ceza kanununda “kasten silâhla adam öldürmek” adında bir suç yer alıyor olsun. Bir failin, bir fiili sebebiyle, bu suçu işlediğine hüküm getirebilmek için şu unsurların varlığı aranacaktır: 1) Bir silâh olmalıdır. 2) Bu silâh ateşlenmiş olmalıdır. 3) Bu silâhtan çıkan kurşun birisine isabet etmiş olmalıdır. 4) Bu kurşun, mağdurun hayatının sona ermesine sebep olmuş olmalıdır. Bu maddî unsurların yanında, manevî unsur olan kastın olması hâlinde “kasten silâhla adam öldürmek” suçunun işlenmiş olduğuna hükmedilir. Bu unsurlardan herhangi birinin eksik olması hâlinde, bu suçun işlendiğine hükmolunamaz.

Ceza hukukuna göre, bazı suçlar taksirle de işlenebilmektedir. Yani kasıt olmasa da fiilin yol açtığı sonuç bir suç teşkil edebilmektedir. Dolayısıyla, mânevî unsurun “kasıt” veya “taksir”den biri olduğunu söyleyebiliriz. Soykırımı diğer suçlardan ayıran önemli hususlardan biri ise işte bu mânevî unsura ilişkindir. Soykırım, ancak ve ancak kasıtla işlenebilir. Diğer bir ifadeyle, soykırımın taksirle işlenmesi söz konusu değildir. Yani kasıt yoksa mânevî unsur eksiktir, dolayısıyla da soykırım suçu işlenmiştir denilemez.

BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi hangi fiillerin soykırım suçunun maddî unsurunu oluşturacağını 2. maddesinde şu şekilde ortaya koymuştur:

a) Gruba mensup olanların öldürülmesi,

b) Grubun mensuplarına ciddî surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi,

c) Grubun bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi,

d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler alınması,

e) Gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesi.”

Bir fiili soykırım yapan en önemli unsur, sayılan fiillerin mağduru olan kişi veya kişilerin, bu fiile maruz kalmalarındaki temel gerekçenin “belli bir etnik/dinî gruba mensubiyet” olmasıdır. Yani, bir kişi sırf belli bir grubun üyesi olmaktan dolayı bu sıralanan fiillerin kurbanı olmalıdır. Örneğin Yahudi soykırımının mağdurları, hiçbir sebep olmaksızın sırf Yahudi olmalarından dolayı öldürüldü. Yahudilere yönelik nefret, suçun mânevî unsurunu oluşturan kastın temelindeki saik idi. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki, “Ermeni soykırımı”ndan bahsedebilmesi için, Osmanlı’nın Ermenileri başka hiçbir sebep yokken “sırf Ermeni oldukları için” ve “yok etmek kastıyla” öldürmüş olması gereklidir.

Oysa tarih, bunun olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Ermenilerin göç ettirilmesinin ardında askerî gereklilik hâli olduğu ve kararın siyasî bir saikle alındığı; dolayısıyla, Ermenilerin Soykırım Sözleşmesi ile korunan millî, etnik, ırkî veya dinî bir grup olarak değil siyasî bir grup olarak kabul edilmesi gerektiği de açıktır.

Kısacası, Ermenilerin “Ermeni oldukları için kasten öldürüldükleri” iddiası tamamen mantık ve ihtimal dışıdır. Dolayısıyla, Ermeni soykırımından bahsetmek siyasetçiler için mümkün olsa da hukukçular için değildir. Ermeni lobisinin Türkiye’yi suçlamak için mahkemeleri değil parlamentoları seçmesinin temel sebebi de hukuken iddiaların savunulamayacak olduğunu bilmelerindendir.