Milliyet penceresinden baktığımız meseleleri evrensel süzgeçten geçirdiğimizde, uygulanmakta olan bir planla karşılaşıyoruz; Sürdürülebilir kalkınma için 7.5 milyar olan dünya nüfusunu, 500 milyona indirmek istiyorlar ve bunun planı tıkır tıkır işliyor… Bir çeşit insan kırımı var, doğmuş veya doğmamış olan herkes üzerine düşünülüyor…

İnsan kırımı dediğimizde aklımıza ilk gelenlerle başlayalım, savaşlar ve hastalıklar… Savaş deyince, günümüzü kangreni olan Orta Doğu’daki oluşturulmuş devletlerin, oluşturulduklarında sahip oldukları mahalle nüfusunun devlet nüfusu boyutuna gelmesi ve oyun sahasını oluşturanların bozulan dengeye el atması geliyor öncelikle… Çünkü o bölge böl-parçala-yönet psikolojisi ile en fazla mahalle nüfusu olabilecek şekilde, nüfuslara ayrılarak devletleştirilmişti, e bu devletlerin milyon nüfuslara ulaşması elbette hükmedilemez hale getirmiş ve müdahale gerektirmiştir, sömürgeci zihniyete göre tabi ki… Dünyayı kaynaklara göre konumlandıran aç zihniyet, kaynaklara varmak için her türlü kırımı mubah görmekte ve insan sayısının azalması projesine de hizmet etmektedir…

Dönemlik hastalıklar var, kuş gribi, domuz gribi, gergedan gribi… Bunların doğal yollardan üreyip salgın hastalık kıvamına geldiğine aklı başında bireyler olarak inanmıyoruz tabi ki, bu da güzelce hizmet ediyor kalkınma projesine… Sağlığa dokunan başka bir yüzü daha var; Moda! Beli düşük pantolonlar, dar kıyafetler.. Üreme metabolizmasını tahribata uğratan, bu planın bir parçası olan ve gündemi kaplayan, insanları tekdüzeleştirirken biyolojik yönden de kısıtlayan akımlar…

Peki bu kırımın sosyolojik bir boyutu var mı..? Asıl mesele bu konunun irdelenmesinde… Ahlak erozyonu olarak tanımlandırdığımız ve küreselleşmenin kavram kargaşası ile yayılan, doğal olmayan bir bozgunculuk var. Ahlak kavramlarını ekarte eden bir özgürlük doğuyor ve bu özgürlüğün rüzgarı değerleri bertaraf ederek esiyor. Aile, soy, bağ kavramları özgürlüğe vurulan zincir olarak görülüyor; Bireysellik ön planda ve hazcılık…  Örneğin günümüzde üçüncü cinsiyet olarak yükselen bir yozlaşma var, bunun biyolojik varlığını göz ardı etmeyerek, hazcılığın yönelttiği sapkınlık boyutunu ele aldığımızda, popülerizmin sunduğu bir seçenek olduğunu görüyoruz… Cinsel “tercih” !  Yaradılış biçimi nasıl oluyor da bir tercih meselesi haline gelebiliyor, bu nasıl özgürlük kavramına sığdırılıyor? Biyolojik bir unsuru, tabiatın gelişim kanunlarını ezercesine yeni seçeneklerle, tercih haline getiriyorlar… Tam olarak olay da burada, tabiat döngüsüne yapılan bir suikast var; Üreme ve çoğalmayı durdurmak elbette ki cinsel tercihleri seçenek haline getirmekle en kolay yolunu buluyor… Bu birçok yoldan destekleniyor, sinema sektörüne baktığımızda özellikle Hollywood’da bu konuyu toplumda sempatik hale getirecek, sahiplendirecek iyi senaryolara çok fazla yer verilmekte, çünkü buna mecburlar, işlenen bu konular için hibe alıyorlar… AB bu konuda yapılan çalışmalar için yüksek oranda hibe veriyor, yapılan çalışmaları destekliyor. AB’ye bağlı bazı devletlerde, artık doğan çocukların cinsiyeti belirlenmiyor, aynen tarihte bir kahramanlık kazanıp da ismini almasını bekledikleri dönem gibi şimdi de büyüyüp, cinsel seçenekler arasından tercih yapmasını bekliyorlar. Bunun gibi birçok anlayışlı(!) tavır sergiliyorlar ve teşvik için ellerinden geleni yapıyorlar… Sizce bu tamamıyla sosyal bir devlet anlayışı içerisindeki, insani özgürlüklere saygı davranışı mı, refah bir toplum için mi destekleniyor cinsiyet bunalımları..? Yoksa cinsiyet üzerine yapılan değişimlerle, üremeyi büyük ölçüde azaltmak mı niyetleri …

Ülkemize baktığımızda, sanata güneş olarak nitelendirdiklerimiz, tahtlarda sahneye çıkarttıklarımız bir cinsiyet bunalımı portresi sergiliyor. Sosyal medyada fenomen olan bazı hesapların üçüncü cinsiyet vurgusu ile kazandığı devasal paralar özendirici olarak gençlerin beynine kazınıyor ve bu şekilde seçenek haline geliyor yaradılış unsurları, gençler de maneviyatın sürgün yediği bu çağda maddiyata yöneliyor, toplum da bunu alkışlıyor… Sanatçılarımız kendilerini bunu alkışlamak ve desteklemek zorunda hissediyor, toplumu en çok bağlayan organ olan televizyon sektörü ve sosyal medya aktörleri, bu durumu alkışlamadığı taktirde sanatçılıktan men edilebiliyor. Aydın kesim olmanın, sanatçı olmanın birinci kuralı buymuş ve bu bir anlayış meselesiymişçesine buna itekleniyorlar. Toplum da buna alıştırılıyor, yozlaştırılıyor ve insanlık kırıma uğruyor…

***Her zaman tarih, millet ve milliyetçilik meselesi ile ele alınan bu meselelerin bir de bu şekilde evrenselleşen bir boyutu var, dünya bir yandan güçlerin birbirini yok etme çabasına sahne oluyor, diğer yandan da dünya insanlığını düşünen hastalıklı beyinlerin projelerini işledikleri sahne halini alıyor. Bu sebeple biz memleket sınırları penceresiyle değil evrensel bir pencereyle meselelere idrak edebilmeli ve dayatılan yozlaşmaya önce içimizden sonra milletçe dur! Diyebilmeliyiz .. Bunları maddeci zihniyetle bir komplo teorisi olarak kenara itmek; zihnin erişilebilirliğini kısıtlayıp, körler ülkesinde gören gözleri kapatmak olur…