Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde Doktora tez çalışmalarına devam eden Hacı Mehmet Boyraz ve Onur Balcı Anadolu Ajansı için "Yunanistan ile GKRY'nin Doğu Akdeniz'deki hesapları başarısızlığa mahkum" başlıklı çarpıcı bir analiz kaleme aldı.
Anadolu Ajansın'nda yer alan yazı şöyle:
Son yıllarda Türk dış politikasının ve uluslararası siyasi gündemin ilk sıralarında yer alan Doğu Akdeniz'de, Türkiye ve Mısır arasında başlayan normalleşme adımları, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) açısından ciddi endişelere sebep oldu. Zira bir süredir Ankara'nın Atina, Kahire ve Tel Aviv ile gergin ilişkilerini fırsat olarak değerlendiren Rum yönetimi, siyasi hamisi konumundaki Yunanistan ile birlikte hareket ederek Türkiye'yi Doğu Akdeniz'de yalnız bırakmaya ve etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Ancak Ankara-Kahire arasında diplomatik görüşmelerin başladığının açıklanmasıyla beraber, küçük bir ülke olarak GKRY'nin son yıllarda Doğu Akdeniz'e yönelik izlediği ihtiraslı politikaların kritik bir çıkmaza girdiği söylenebilir.
GKRY neden Türkiye karşıtı bir strateji izliyor?
GKRY'nin Doğu Akdeniz'de izlediği Türkiye karşıtı politikanın arkasındaki temel sebep Kıbrıs meselesiyle ilgili. Zira Kıbrıs adasındaki Rumların Türklere uyguladığı planlı soykırımı engellemek için Türkiye, ada üzerindeki garantörlük yetkisini kullanarak 1974 yılında mecburi bir müdahale gerçekleştirmişti. O günden beri Kıbrıs, coğrafi olarak kuzey-güney ekseninde Türkler ve Rumlar arasında ikiye bölünmüş vaziyette. Buna karşın adadaki bölünmüşlüğü görmezden gelen ve tüm gelişmelerden Türk tarafını sorumlu tutan Rumlar, Kıbrıs adasının tek bir devletten oluştuğunu iddia ediyor ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni (KKTC) görmezden geliyor.
Buna paralel olarak adadaki çözümsüzlüğün müsebbibi olarak lanse ettiği Türkiye aleyhinde de uluslararası kampanyalar yürütmekten de geri durmuyor. Rumların bu doğrultuda, Ada'da meşru söz hakkı olan KKTC'yi ve Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip ülke olan Türkiye'yi dışlamaya çalışarak, 2003 yılında Annan Planı'nın görüşüldüğü bir dönemde Mısır'la, 2007 yılında Lübnan'la ve 2010 yılında İsrail'le münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırlandırma anlaşmaları imzalamasını gözden kaçırmamak gerekiyor. Sonuç olarak Kıbrıslı Rumların Türkiye ve Türk karşıtlığı konjonktürel bir durum değil.
GKRY'nin artan Türkiye karşıtlığının diğer nedeni ise ekonomik sebeplere dayalı; çünkü Doğu Akdeniz havzasında keşfedilen zengin hidrokarbon kaynakları, 2008 küresel ekonomik krizinin etkilerinden hâlâ kurtulamayan küçük Rum ekonomisi için adeta can suyu olabilecek potansiyelde. Dolayısıyla Rumlar, Doğu Akdeniz'de Türk tarafını (Türkiye ve KKTC) dışlayarak bölgedeki doğal kaynaklardan tek taraflı istifade etme arayışında. Rumların bölgeyi tek taraflı olarak 13 parsele bölmesi ve bu parsellerde çok-uluslu enerji şirketlerine arama ve sondaj ruhsatı vermesi, tamamen bu arayışın ürünü.
GKRY'nin Doğu Akdeniz'de Türkiye karşıtı faaliyetleri
GKRY'nin Yunanistan ile Doğu Akdeniz'de Türkiye aleyhinde yürüttüğü faaliyetlerin başında "Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattı Projesi" (EastMed) geliyor. Bahsi geçen bu projeyle Doğu Akdeniz'deki gazın GKRY ve Girit Adası üzerinden Yunanistan'a, oradan da İtalya üzerinden Avrupa'nın iç kısımlarına ulaştırılması planlanıyor. Kurumsal olarak Avrupa Birliği'nin (AB) de destek verdiği EastMed ile ilgili olarak bugüne kadar çeşitli adımlar atılmışsa da henüz saha faaliyetlerine başlanamadı. Ayrıca bölgedeki gazı, Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaştırmak daha güvenli ve düşük maliyetli olmasına rağmen, Rum-Yunan ortaklığının girişimleri neticesinde bu rasyonel alternatif göz ardı ediliyor. Nitekim bu durumun farkına varan projenin olası ortaklarından İtalya, projeye ilişkin GKRY, İsrail ve Yunanistan tarafından imzalanan anlaşmaya dahil olmadı. Buradan hareketle Türkiye karşıtı Rum-Yunan ortaklığının, projeye taraf aktörleri irrasyonel kararlar aldırmaya yönelik çaba içerisinde olduğu söylenebilir.
GKRY'nin yine Yunanistan'la, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki faaliyetlerinden ötürü AB nezdinde bir dizi girişimlerde bulunduğunu ve bunun neticesinde AB'nin Türkiye aleyhinde bazı kararlar aldığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Yakın zamanda alınan kararlara bakıldığında, örneğin 2019 Temmuz ayında toplanan AB Dışişleri Bakanları, Doğu Akdeniz'deki doğalgaz sondaj çalışmaları nedeniyle, Türkiye ile üst düzey temasların ve Kapsamlı Hava Taşımacılık Anlaşması müzakerelerinin askıya alınmasını ve üyelik öncesi mali fonlarda kesintiye gidilmesini kararlaştırdı. Ardından 2020 Aralık ayında toplanan AB Liderler Zirvesi sonucunda, yine Doğu Akdeniz'deki faaliyetlerinden ötürü, Türkiye'ye aşamalı yaptırım kararı alındı. Zirvede Rum-Yunan ortaklığının ısrar ettiği ağır yaptırımlar ve silah ambargosuna yönelik talepler ise kabul görmedi. Bu gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, Rum-Yunan ortaklığının Doğu Akdeniz meselesini AB nezdinde bir güvenlik meselesi haline getirmeye çalıştığı anlaşılıyor.
Rum yönetimi, Doğu Akdeniz'de Türkiye'ye karşı yürüttüğü politikaya yakın zamanda Fransa'yı da dahil etti. Bu minvalde daha önce iki ülke arasında imzalanan askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması, 2017 yılında revize edildi ve Rum ordusunun modernleştirilmesi karşılığında Fransa'ya üs verildi. Bu anlaşma sonrasında iki ülke, Doğu Akdeniz'de birlikte hareket etmeye ve sık sık ortak askeri tatbikatlar düzenlemeye başladı. Burada Fransız enerji şirketi Total'in GKRY'nin tek taraflı ilan ettiği parsellerde aktif şekilde doğalgaz araması ve bölgedeki kaynaklardan kazanç sağlamak istemesi dikkate alındığında, son yıllarda gelişme gösteren Rum-Fransız ortaklığının ardındaki ekonomi-politik temeller daha iyi anlaşılabilir. Bunun yanında Rum yönetiminin, Fransa gibi bölge-dışı bir ülkeyi denkleme dahil ederek, Doğu Akdeniz'de kalması gereken bir meseleyi uluslararası bir mesele haline getirmeye çalıştığı ifade edilebilir.
Bunlara paralel olarak, Rum-Yunan ortaklığının bazı bölge ülkeleriyle yakın zamanda resmî bir örgüt çatısı altında bir araya geldiklerini de söylemek gerekiyor. Buna göre iki ülkenin öncülüğünde 2019'da gayri resmi bir yapılanma olarak başlatılan Doğu Akdeniz Gaz Forumu (DAGF), geçen yıl resmî statü kazandı ve Kahire merkezli uluslararası bir örgütlenme haline geldi. Yapılan açıklamalara göre, örgütün amacının bölgedeki doğal kaynakların, yine bölge ülkelerinin arasında verimli şekilde dağıtılması olduğu iddia edildi. Ancak Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip Türkiye'nin örgüte davet edilmemesi, Türkiye'nin açıkça bölgedeki denklemden dışlanmak istendiğine işaret ediyor. Dolayısıyla örgütün iddia edilen amacının gerçekle bağdaşmadığı anlaşılıyor.
Son olarak, Rum yönetimi Türkiye ve KKTC'nin varlığını göz ardı ederek tek taraflı ilan ettiği parsellerde hidrokarbon arama ve sondaj çalışmaları için çok-uluslu şirketlere ruhsatlar verdi. Aralarında Amerikan ExxonMobil ve Noble, Fransız Total, İngiliz BP, İtalyan ENI, Katarlı Qatar Petroleum ve Güney Koreli Kogas'ın bulunduğu uluslararası enerji şirketleriyle anlaşmalar yapan Rum yönetimi, hem Doğu Akdeniz meselesine uluslararası bir boyut kazandırmaya hem de Türkiye'nin bölgeye yönelik olası müdahalelerinin önüne geçmeye çalışıyor.
Türkiye'nin masadaki ve sahadaki kararlı duruşu
GKRY'nin Yunanistan başta olmak üzere bölgedeki bazı devletlerle ve çok uluslu enerji şirketleriyle bölgede oluşturmaya çalıştığı ittifak girişimlerine karşı, Türkiye de kendi ulusal menfaatlerini korumak adına gerek masadaki diplomatik adımlarla gerekse sahadaki askeri varlığıyla aktif bir siyaset izliyor. Bu bağlamda Türkiye'nin son dönemde masada attığı en önemli adım, hiç şüphesiz 27 Kasım 2019 tarihinde Libya Ulusal Mutabakat Hükümetiyle (UMH) imzaladığı mutabakattır; çünkü bahsi geçen bu mutabakatla, iki ülke uluslararası hukuka uygun şekilde Akdeniz'deki deniz yetki alanlarını sınırlandırdı. Daha sonra anlaşma 30 Eylül 2020 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tescil edildi. Böylece Rum-Yunan ortaklığının, anlaşmaya dair uluslararası kamuoyu nezdindeki tüm dezenformasyon çabaları boşa çıkmış oldu. Bu gelişmenin Türkiye açısından stratejik önemi, GKRY ve Yunanistan öncülüğünde Doğu Akdeniz'de belirlenmek istenen deniz yetki alanlarının arasına girilmesi ve milli menfaatlerin uluslararası hukuk çerçevesinde garanti altına alınmasıdır.
Türkiye'nin Doğu Akdeniz'e dair yakın zamanda attığı ve Rumların telaşlanmasına yol açan yeni adım ise, uzun zamandır gerilimin yüksek olduğu Mısır'la ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik sinyallerdir. Buna göre güncel bir gelişme olarak Mısır'ın yakın zamanda açtığı doğalgaz arama ihalesine, Türkiye'nin deniz yetki alanı ilan ettiği yerleri dahil etmemesiyle başlayan süreç, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun Mısır ile de deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması yapılabileceğini ifade etmesiyle yeni bir boyuta taşındı. Halihazırda iki ülke arasında devam eden diplomatik görüşmelerden olumlu bir sonuç çıkması durumunda, Rum-Yunan ortaklığının bölgede kurmaya çalıştığı ittifakın zayıflayacağı bekleniyor. Zira Türkiye ve Libya arasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin imzalanan mutabakata benzer bir anlaşmanın Türkiye ve Mısır arasında da yapılması, Rum-Yunan ortaklığının Doğu Akdeniz'deki iddialarını hukuken bir kez daha akamete uğratacaktır.
Türkiye masada attığı bu tür diplomatik adımlarla birlikte, sahadaki kararlı duruşundan da vazgeçmiyor. Bunun için Türkiye bir yandan sahip olduğu arama ve sondaj gemilerini Doğu Akdeniz'e sevk ederek saha faaliyetlerine devam ediyor, diğer yandan askeri unsurlarını bölgeye yönlendirerek bir caydırıcılık yaratıyor. Burada 2018 yılında ENI'ye ait bir geminin, Türkiye'nin deniz yetki alanı ilan ettiği bir parselde doğalgaz araması yapmak istemesi üzerine, Türk savaş gemileri tarafından engellendiğini hatırlatmakta fayda var. Çünkü bu gelişmenin ardından şirket, bölgedeki faaliyetlerini bir süreliğine askıya aldığını açıkladı. Dolayısıyla Rumlar Doğu Akdeniz özelinde Türkiye'ye nasıl yaklaşıyorsa, Türkiye'nin de bu politikaya mütekabiliyet ilkesi uyarınca aynı düzeyde karşılık verdiği görülüyor.
Sonuç olarak, GKRY'nin siyasi hamisi Yunanistan'la birlikte son yıllarda Doğu Akdeniz'e yönelik Türkiye aleyhinde yüksek düzeyde güvenlikleştirme siyaseti izlediği anlaşılıyor. Ancak bu güvenlikleştirme siyasetinin sonucunda edinilen küçük çaplı "başarıları", kalıcı birer başarı olarak görmemek gerekir; çünkü bunlar, Türkiye gibi milli menfaatlerini korumak için masada siyasi gücünü ve sahada sert gücünü kullanmaktan çekinmeyen bir ülke için esasen çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Hele ki son zamanlarda Mısır'la ilişkileri normalleştirmeye yönelik atılan adımlar, Türkiye'nin yeri ve zamanı geldiğinde oyun değiştirici hamleler yapabileceğini ve GKRY'nin büyük ihtiraslarını çıkmaza sokabileceğini açıkça ortaya koyuyor.