Her şeyin başı “İnsanlık”…
Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, orantısız muhalefetin yalan beyanlarla halkı sürüklemeye çalıştığı kaos ile cebelleşiyoruz. Tam olarak “insanlık hali”ne mazur kalmışız ve insanlığın mağduruyuz…
Maalesef insanımız, “Bana balık verme, bana balık tutmayı öğret” cümlesinden çok uzaklaşmış, “nerede hazır, oraya nazır” cümlesi ile haşır neşir durumda… İçinde bulunduğumuz çağ, bir bilginin dahi peşine düşmeye üşenen, duyduğunu da katlayarak elden ele dağıtan insanlar üretiyor. Elbette her şeyin akıllı olduğu teknoloji çağını, tembellik çerçevesinde kurgulayan insan beyninin paslanması gayet olağan bir durum… Hal bu iken insanlar “neden düşüneyim, duyduğum yeterlidir” diyerek, yalan yanlış her bilgiyi doğaya salıyor… Küresel ısınmanın, çevre kirliliğinin, dünyayı hor kullanımın konuşulduğu ve dünyanın yok olmaya başladığının tartışıldığı şu günlerde, yok olan sadece dünya değil anlaşılan… Dünya üzerindeki insanlık da yavaş yavaş yok oluyor, çevreye salınan bilgi kirliliği topluma tahribat veriyor… Doğaya bıraktığımız bir plastik, uzun süre yok olmayarak çevreye nasıl büyük bir zarar veriyorsa; topluma sunduğumuz yanlış bir bilgi de insanlığa o denli uzun süreli ve büyük bir zarar veriyor… Ozon tabakası nasıl deliniyorsa, toplum da birbirine kenetlenmiş halkalarından öyle kopuyor… Yani insanlık bir yandan dünyayı, diğer yandan kendini yok ediyor.
Yaşadığımız günleri masaya serdiğimizde, yok olan insanlığı görmek çok güç değil. Aynen mevsimlerin değişimi, tabiatın bozulması gibi hissettiriyor, gösteriyor kendini insanlığın insanlıkla bozgunu… Bir yanda felaket tellalları, diğer yanda saç tarayanlar, bir başka tarafta da felaketin üstüne akbaba gibi çöküp, felaketin felaketi olanlar…
Aslında içinde bulunduğumuz çağ, sloganları itibarı ile “duyarlılık, anlayış, insanlık…” çağı, ama aslında heceleyerek haykırdıkları her ne varsa, onu yıkıyorlar adeta… Yani ortada ne samimiyete duyarlı insanlar var, ne anlayışlı insanlar var, ne de insanlar var, evet bazen insanlar içinde insan yok sanki… Deprem haberinin ardından, can kaybının derdini umursamadan el ovuşturup, başlıyorlar göçük üstünde def çalmaya… Çığ düşüyor, buz kesenleri düşünmeden; veriyorlar ateşi memleket kazanına, kaynatıyorlar milleti… Uçak değil insanlık yere çakılıyor, üstelik üçe değil bin parçaya ayrılıyor… Tüm bunlar ahlaklı(!) habercilikle halka sunuluyor ve memleket huzurdan arındırılarak kaos ortamına itiliyor… Tüm bunların yanında tepeden tırnağa çamur içinde olanlar, o çamurdan kendilerini kurtarmak yerine çamurunu sıçratarak hâlâ birilerini kirletme derdine düşüyor… İşte bu zihniyet insanlığı bataklığına çekiyor.
Terör örgütünün vitrini haline gelmiş bir cenah; hani şu Atatürk’ü büstlerden tanıyan, cumhuriyeti bir moda akımı sanan ve insanları sınıflandıran elitci kesim… Atatürk büstünü maske yapıp terörist eteğinde geziyor, cumhuriyeti ve demokrasiyi heceleye heceleye eziyor, halk adamı pozları ardında halkı her fırsatta aşağılıyor… Terör örgütü ile aşk yaşadığı romantik masada çatal kaşık gırnatasıyla vatan sevdalısı olanları protesto ediyor, kendi yasak aşkını meşrulaştırıp meşru olanı yaftalıyor. İşte bu insanlığı yok etmeye niyetlenmiş insanların siyasi cürmü… Bunun bir de toplumsal cürmü var; onlar da tüm insani fonksiyonlarını kulaklarına ve dillerine terk etmiş, “kuyuya bir taş atılsa da peşinden feveran ederek atlayıp, milleti peşime sürüklesem” diye bekliyorlar. Fabrika bacaları, egzozlu arabalar ve bir plastiğin doğaya verdiği zarar kadar zarar veriyorlar insanlığa, çirkin cürümlerinden saldıkları bilgi kirliliğiyle…
*Dünyada hayvan hakları üzerine duyarlılık çanları çalarken, çok su içiyor diye katledildi develer. Günün tablosunda, insanlığın insanlığa acizliğini özetleyen en acı cümle tam olarak budur…
**Yani her şeyin başı, bedendeki sağlık değil ruhtaki ve akıldaki vicdanı hür kılan “insanlık”; zihin ve ruh sağlığı yokken üzerinde yaşayacağımız bir dünya, sığınacağımız bir insanlık olmaz ki sağlıklı bedenlerimizle yaşayabilelim…