07 Ekim 2024
weather
27°
Twitter
Facebook
Instagram
Türkgün Röportaj Bahadır Çoban sordu, MHP'li Topsakal yanıtladı: Ecdadın mirası omuzlarımızda

Bahadır Çoban sordu, MHP'li Topsakal yanıtladı: Ecdadın mirası omuzlarımızda

MHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal, Türkiye'nin tarihsel etki alanına vurgu yaparak, İslam coğrafyasındaki mazlum milletlerin davasının Türk milletinin omuzlarında bir sorumluluk olduğunu söyledi. Topsakal, "Türkiye, İslam coğrafyasındaki saldırılar silsilesini sadece bir bölgesel kriz olarak değil, insani ve vicdani değerleri hedef alan bir tehdit olarak görmektedir” ifadelerini kullandı.

10 Dakika
OKUNMA SÜRESİ
Bahadır Çoban sordu, MHP'li Topsakal yanıtladı: Ecdadın mirası omuzlarımızda
KAYNAK: TÜRKGÜN

BAHADIR ÇOBAN / TÜRKGÜN

 

TÜRKİYE, DOĞUNUN GÜÇLÜ KALESİ

Yenidünya düzeninde Türkiye'nin güvenlik stratejisinin önemini vurgulayan MHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal, NATO’nun en doğusundaki en güçlü askeri gücün Türkiye olduğunu belirtti ve ülkemizin milli savunma hamleleriyle küresel kaosun ortasında kendi dengesini kurduğuna dikkat çekti. 

Soru: Dünyada artan düzensizlik ve kaos, dış politika stratejilerini nasıl şekillendiriyor? 

Bizim neslimizin yaşadığı dünyanın temelleri, dünyayı karanlığa gömen İkinci Dünya Savaşı'nın neticesinde oluşan bir dünya düzeni. Elbette Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Birleşmiş Milletler gibi uluslararası teşkilatlar oluştu. Ama İkinci Dünya Savaşı; hem Avrupa'nın, hem Amerika'nın, hem Rusya'nın, hem Çin'in, hem Uzakdoğu'nun, Afrika'nın ve aslında Güney Amerika'nın da dünya üzerinde oynayacağı siyasal aktiviteyi de belirlemiş bir savaştı. O savaş çok büyük savaştı; yaklaşık 22 milyon insanın öldüğü, milyonlarca insanın yaralandığı... 

Bu savaş neticesinde biz Birleşmiş Milletler’in değişmez üyeleri haricinde eski dünyanın büyük güçleri olan Japonya, Almanya gibi ülkelerin artık olmadığı bir düzeni görüyoruz. Ayrıca BM haricinde; Rusya'nın savaştan güçlenerek çıkıp Avrupa'yı baskılaması hatta tehdit olması neticesinde NATO'nun kurulduğunu da bu savaş neticesinde gördük. Yani asıl hikâyenin başlangıcı 1947’den sonra meydana gelen gelişmeler sonrası NATO - Rusya (o zamanki adıyla Sovyetler Birliği) ile birlikte hareket eden 15 devletin oluşturduğu Varşova Paktı gerilimidir. Bunun karşısında elbette NATO vardı. Biliyorsunuz Stalin’in Boğazlar ve Kars, Ardahan üzerinde hak iddia etmesi yani toprak talepleri neticesinde Türkiye kendini korumak için bu askeri organizasyona üye olmuştur. Başta Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya olmak üzere o zamanki haliyle Batı Almanya, Batı Avrupa devletlerini kapsayan NATO günümüzde de başka konseptleri ve devletleri içine alarak genişlemeye devam ediyor. 

SOĞUK SAVAŞ’TAN BİLGİ ÇAĞINA            

Soru: Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan yenidünya düzeni ve ekonomik değişimler, küresel güç dengelerini nasıl etkiledi? 

1991 yılında Sovyetler Birliği hem ekonomik olarak hem sanayi hem de sosyal anlamda Batı dünyası karşısında, NATO dünyası karşısında tamamen çözüldü ve kendi kendini devam ettirmede yetersiz kaldı. Yetersiz kaldıktan sonra da kontrollü bir değişim ve dönüşüme uğradı. Ortaya çıkan bu yenidünya düzenine ben Amerika'nın artık siyasal, kültürel, sosyolojik ve psikolojik olarak dünyadaki en etkin güç olduğu dönem olarak tanımlıyorum. O dönemin resmi yazılarına ve dokümanlarına baktığımızda aynı zamanda sanayi devrimi sürecinin sonlandığını ve bilgi çağına eriştiğimizi de görüyoruz. Özellikle internetin yaygınlaşması, dünyanın birbirine bağlanması tabii olarak bu süreci hızlandırmıştı. 

Eski dönemde iki kutuplu bir yapı varken yeni dönemde ABD merkezdeki en etkin güç olarak; Çin’den başlayıp Türkistan ve sonrasında Ortadoğu ve Avrupa’dan Güney Amerika’ya kadar dünyayı senkronize şekilde yönetmeye çalıştı ancak birçok problem yaşandı. Önceleri bu hissedilmedi, çünkü liberal düzene yeni eklemlenen devletler büyük bir dönüşüm gerçekleştirdi ve başarı oldular. Bu devletlerin politik-ekonomi bağlamında dünyaya entegrasyonu sağlanırken, çok uluslu şirketler de kendini oldukça güçlendirdi. Bu yeni politik-ekonomik düzene yeni eklemlenen devletlerden biri de şüphesiz Rusya’dır. Rusya’nın bünyesinde bulundurduğu yer-altı ve yer-üstü zenginliklerinin muazzam çokluğu elbette başta Avrupa olmak üzere bütün dünya içinde önemliydi. Nitekim böyle de oldu: 1991-2010 yılları arasında Rusya’nın büyük bölgelerine önemli yatırımlar yapıldı. Petrol, doğalgaz, değerli metal ve mineraller kaynakları Batı teknolojisiyle birlikle daha verimli şekilde edinilerek pazarlandı. Yine aynı şekilde Çin ve Hindistan da aynı yıllar içerisinde yükselişe ve bu sisteme entegre olmaya devam ettiler.

ÇOK KUTUPLU DÜNYANIN YENİ OYUNCULARI

Soru: BRICS gibi organizasyonların yükselmesi, dünya üzerindeki güç dengelerini nasıl etkiliyor?

ABD hala çok güçlü bir devlet ancak dünya üzerindeki kontrolü ve tartışmasız liderlik pozisyonu 90’lı yıllarla kıyaslanmayacak düzeyde azaldı. Çin, Rusya ve Hindistan’ın başını çektiği çok uluslu organizasyon olan BRICS’in faaliyetleri elbette öncelikli olarak ekonomik kalkınma ve gelişmeyi ön plana çıkarırken, Mısır, İran, Etiyopya ve BAE devletlerinin de katılımıyla jeopolitik kuşak oldukça yayıldı. Bu durum dünyadaki çok merkezli yapının daha da derinleşeceği sinyalini vermektedir. Aslında dünyadaki şu anki problemlerin başında da zaten bu anlayış var. Peki, bu düzenin gelişmesine karşı, yani dünyadaki bu güçlerin Amerika'ya karşı bölgesel olarak güçlenmesinin karşısında ne yapmak gerekiyordu? Büyük güçler açısından bunun için de birçok teori üretildi. Biz ABD, İngiltere ve diğer merkezi Avrupa ülkelerinin siyaset belgelerinde Rusya ve Çin’in doğrudan “karşı olunan” olarak bahsedildiğini yine aynı şekilde Rusya'nın veya Çin'in siyaset belgelerinde de karşıt olarak bahsi geçen diğer devletlerin olduğunu gördük. Örneğin Biden iktidara geldikten sonra yayınlanan siyaset belgesine göre bölgesel büyük devletlerin veya güçlenecek devletlerin gücünü görmezlikten gelmiyorlar. Bu devletlerin varlığını kabul ediyorlar ama bunun nasıl yönetilebileceğine dair felsefi anlayışıyla karşı projeler üretiyorlar. 

İşte ne gördük. Çin'e karşı Japonya. Avustralya, Hindistan, Güney Kore gibi ülkeleri İngiltere sayesinde bloke edip, çevreleyip Çin'i kontrol etmek. Rusya'yı da Ukrayna başta olmak üzere birçok bölgede karşılamak, doğrudan Ukrayna’yı desteklemek gibi... Buna karşı Doğu Avrupa ülkeleri ile İsveç, Finlandiya, Polonya, Romanya ve Bulgaristan devletlerini NATO'ya alıp silahlarla tahkim etmeleri hep bu stratejiye karşı güvenlik stratejisi olarak yapılan planlamanın sonucudur. Aslında dünyayı şöyle algılamak lazım; NATO gücünü Doğu Avrupa'da ve Balkanlar'da Rusya'ya karşı ve büyük ölçekte Çin'e karşı; Uzakdoğu'daki ülkeler ve dünyadaki düzene de denge açısından farklı farklı ülkelerin bu yeni sistemde dizayn edilmesi… Kısaca bahsettiğim dünyanın son elli yıl gidişatı ve günümüzdeki hali böyledir. 

TÜRKİYE'NİN TARİHSEL ROLÜ

Soru: Türkiye'nin NATO üyeliğinin tarihsel arka planına bakarsak, 1950’li yıllardan bu yana NATO içindeki konumumuzun nasıl bir değişim ve dönüşüm geçirdiğini söyleyebilirsiniz?

Biliyorsunuz bizler 1950'li yılların başlarında NATO üyesi olduk: Bu üyeliğin neden Türkiye için elzem olduğunu daha önce belirtmiştik. NATO konseptinde ordumuz, devletimiz, sosyolojimiz kurgulandı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yapısal dinamikleri 1950'den sonra bu minvalde değişti. Silah sanayimiz de buna göre gelişti. Son yıllarda NATO konseptinde olduğumuz için NATO'nun, dünyanın ve Amerika'nın uluslararası sistemdeki konumunu değiştirmesi elbette bizi doğrudan etkiliyor. Çünkü biz NATO'nun en doğudaki en büyük gücüyüz ve genele bakıldığında örgütün en güçlü ikinci askeri gücüyüz. Dolayısıyla dikkat edersek NATO unsurları içinde: Karedeniz hattı, Rusya, Orta Doğu ve Türkistan coğrafyalarına aynı anda ulaşabilecek ve güç yansıtabilecek merkezdeki tek devlet Türkiye’dir. Bu merkezi konumdan dolayı günümüzde Rusya, Hindistan, Çin, İran ve Ortadoğu'daki değişikliklerin ilk etkileri ve tepkileri bizim ülkemizde olmuştur. Dolayısıyla Amerika Afganistan'da, Uzakdoğu'da, Ortadoğu'da ve Avrasya’nın doğusunda konsept değiştirdiği için bu konseptin Türkiye’ye uyup uymaması da bizi etkilemiştir. Neticede bu değişikliklerin başladığı 2000’li yıllar bizim için de sıkıntıların başladığı yıllar olarak kabul edilebilir. 

ÇOK BÜYÜK BİR MAZİYE SAHİBİZ

Soru: Türkiye'nin tarihsel etki alanı göz önünde bulundurulduğunda, İslam coğrafyasındaki mazlum milletlerin yaşadığı krizlere karşı Türk milletinin misyonu ve sorumluluğu nedir? Bu yenidünya düzeninde Türkiye'nin üstlendiği tarihsel rolü nasıl tanımlarsınız?

Tarihimizde Ortadoğu coğrafyası adına çok büyük bir maziye sahibiz. Sınırlarımız aslında tarihsel etki alanı olarak sadece Türkiye sınırlarından ibaret değildir. Yani bizim tarihi karıştırırsak, geriye gittikçe topraklarımızın ve insani ve psikolojik gücümüzün ne kadar büyük olduğu; Hindistan başta olmak üzere İran, Irak, Suriye, Mısır'a kadar Kuzey Afrika'nın içinde olduğu, Balkanlar'ın, Kafkasların ve Rusya'nın dahil olduğu coğrafyayı kastettiğimiz anlaşılabilir. Bu uçsuz bucaksız coğrafyayı, zamanında bizim milletimiz yönetmiştir. Dolayısıyla burada olan her hareket, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni de ister istemez hem siyasal, hem sosyolojik hem psikolojik olarak etkiler.

Bugün baktığımızda, mücavir bölgelerimizdeki her karış toprak, ecdadımızın bıraktığı bir miras; bu topraklardaki mazlum halkların davası ise bizim davamızdır. İsrail’in, Filistin’e ve Lübnan’a yönelik saldırıları, emperyalist çıkarların İslam coğrafyasını kuşatma girişimidir. Bu saldırılara karşı mazlum milletlerin sesi olma sorumluluğu, tarihsel olarak omuzlarımızda durmaktadır. Türkiye, İslam coğrafyasındaki saldırılar silsilesini sadece bir bölgesel kriz olarak değil, insani ve vicdani değerleri hedef alan bir tehdit olarak görmektedir. Hülasa, Amerika'nın değişen en büyük konseptlerinden biri olan yenidünya düzeninde hem Afrika, hem Ortadoğu, bizim mazi coğrafyamızdır. Bu durum aslında Türkiye’yi bu konsept dahilinde çok önemli bir pozisyona konumlandırıyor ve bölgedeki istikrarsızlıklara karşı dirayetle hareket eden tarihsel rolünü yeniden meydana çıkarıyor.

ABD VE BATI İSTİKRARSIZLIKLARDAN BESLENİYOR

Soru: Dünya genelinde yükselen yeni dengeler, Türkiye’nin stratejik yaklaşımını ve güvenlik konseptini nasıl etkiliyor?

Güçlü devletler, Rusya gibi yeni bölgesel aktörlerin yükselişinden rahatsızlık duyarken, Çin’in bölgesel bir güç olmaktan çıkıp küresel bir aktöre dönüşmesi yeni bir tehdit olarak algılanıyor. Aktör sayısının artışıyla ABD’ye duyulan ihtiyaç küresel ölçekte azalıyor. ABD’nin bu süreci istemediğini 2000’lerin ilk 10 yıllarından itibaren hepimiz biliyoruz. Orta Doğu'da ve Kuzey Afrika'da büyük Arap Baharı ve yine 2005-2007 yılları arasında sonra Türk Dünyası ve Rusya bölgesinde Renkli Devrimler bunun tezahürüdür. Dolayısıyla bölgede istikrarsızlık arttıkça ABD ve Batı'nın bölgeyi yönetme gücü daha da artıyor. Ama bölge ülkeleri de buna karşı kendilerini korumaya çalışıyor. O yüzden Türkiye özellikle 2010'dan sonra yeni gelişen dünyadaki siyasi ve sosyal mühendisliklere karşı en önemli dayanma gücüdür.

Bu süre zarfında Türkiye milli güvenlik stratejilerini yenilemek durumunda kalmıştır. Silah sanayisini ve böylelikle askeri ekipmanlarını da güçlendirme projelerine girişmiştir. Bu eskiden beri Türkiye'de vardı. Özellikle 1974'te Kıbrıs Barış Harekatı'nda o zamanki NATO üyesi partnerlerimiz veya ortaklarımız bize yardım etmedikleri için biz yavaş yavaş bu sürece başlamıştık; yani askeri gücümüzü artırmaya ve silah sanayimizi güçlendirmeye niyetlenmiştik. Ama 2010'dan sonra hızlı bir kalkınmaya geçildi ve günümüzde çok şükür ki artık askeri ekipmanımızın ve ihtiyaçlarımızın ve silah sanayimizin %80'ini milli olarak yapılandırmayı başardık. Bu aslında yukarıda anlatmaya çalıştığım düşüncenin ve stratejinin getirdiği şeydi. Yani bu düşünülmüş, dünyanın bu gidişatı tespit edilmiş ve bu stratejiler tek tek masaya yatırılmıştır. Bu bizim için büyük bir kazanç. 

MİLLİ SAVUNMADA ATILIM

Soru: Türkiye’nin silah sanayisini millileştirme çabası ve askeri alandaki bu ilerlemesi, bölgedeki diğer güçlerle ilişkilerine nasıl bir seyir veriyor?

Tabii Türkiye silah sanayisini bu yeni dünyaya hazırlarken bir de konsept üretmek zorundaydı. Peki ne yapmalıydı? Kendi bölgesinde kendine yeterli gruplarla veya devletlerle işbirliği geliştirmek... İşte tam olarak bu noktada Rusya ile ilişkilerin gerçekten vurgulanması gerekmekteydi. Bu ilişki gri alanda gerçekleşmektedir: yani ne düşmanlık ne de safça birbirine inanmak düzleminde değil. Zaten uluslararası ilişkilerde yalnızca devletlerin çıkarları ve denge vardır. Bu durum Türkler için de Ruslar için de elbette geçerlidir. Suriye, Irak ilişkileri içinde bu böyledir. Dolayısıyla Türkiye kendi çevresinde bu ihtiyaçlarını belirleyip buna göre hareket etmelidir. Bunu da güvenlik konsepti olarak ele almalıdır. Bu sorunun cevabına şunu da eklemek lazım: Milliyetçi Hareket Partisi’nin; özellikle 2013'ten sonra olgunlaşan ve sonrasında Cumhur İttifakı’yla birlikte, Türkiye’nin güvenlik konsepti ve milli stratejileri açısından devleti destekleyen ve bu konuma gelmesinde en büyük fikri altyapıya sahip ve büyük etkenlerden biri olduğunu burada özellikle söylemek lazım. Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli Beyefendi’nin de bütün söylevlerinde, bütün metinlerinde ve bütün konuşmalarında Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, milletinin güvenliği için bireysel ihtiyaçların hatta partinin ihtiyaçlarının düşünülmemesi gerektiğini söylemesi işte bu yüzdendir. Beka meselesi işte budur.

Yarın 

Üçüncü dünya savaşı senaryoları

İsrail’in Arz-ı Mevud Planı

Göç ve Sığınmacı Meselesi

 

 

 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *
Türkiye otomotiv ihracatında rekor kırdı! En fazla satış Almanya'ya!

Türkiye otomotiv ihracatında rekor kırdı! En fazla satış Almanya'ya!