‘Türkiye aç hürler, tok esirler ülkesi olamaz’
Böyle söylemişti Merhum Alparslan Türkeş. İnsanlık kaderinin sıkıştırıldığı iki iktisat teorisi olan kapitalizm ve komünizmi bir çırpıda ters düz edebilen bu söz üzerine, aslında risaleler yazılması gerekir.
Acımasız bir yoksulluğa sürüklediği toplumları özgürlük ve demokrasi şekeriyle kandıran güç, kapitalizmdir. “Aç hürlerin” müsebbibidir. İnsanlar ihtiyaçlarını hiçbir zaman tam olarak karşılayamadıkları halde bu durumdan şikâyetçi de değildir. Görünürde hürriyetlerini tehdit eden kimse yoktur; ticaret yapmak serbesttir, bir yerden bir yere gitmek, dilediğin işte çalışmak, dilediğin eğitimi almak, tamamen bireyin kendi seçimlerinin sonucudur. Ve fakat gerekli maddi imkânların yoksa bunların hiçbirisini yapamayacağını söylemez sana kapitalizm.
İnsanın hangi koşullarda, hangi çevresel şartların belirlenimi altında kararlar aldığını ve bu kararların sonucunda hayatının geri kalanını tümden etkileyen tercihlerinin asıl sebeplerinin ne olduğunu asla sorunsallaştırmaz. O sadece sonuca bakar. İmkãnlar, fırsat setleri, dışarıda bir yerde el uzatıp alabileceğin şeylerdir, eğer alamıyorsan kendi yeteneksizliğinin ve kötü kararlarının sonucudur.
Türk milliyetçileri Sovyet yayılmacılığına karşı en çetin mücadelenin verildiği günlerde bile, kapitalizmin yıkıcılığına dikkat çekmekten geri durmadılar. Galip Erdem, “Kapitalizmin değer ölçüsü servettir. Oysa milliyetçilik cüzdanların şişkinliğine değil, inancın kuvvetine, ahlak temizliğine, millet için katlanılan fedakârlıkların derecesine ve ruh zenginliğine bakar” demişti. Arvasi Hoca “Sermayelerini ve zenginliklerini bir tahakküm aracı hâline getiren zümreler karşısında, insanlar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Kapitalizmin bu zulmü karşısında insanlar, farklı biçimde düşünmeye ve hareket etmeye istidatlıdır.” diye seslenmişti. Rahmetli Türkeş Bey, toplumculuk kitabı sayfalarında, kapitalizmi kıssadan hisse “Burjuva diktatörlüğü” ilan etmişti.
Madalyonun diğer yüzünde “Tok esirler” vardı. Kapitalizmin zulmüne alternatif olarak sunulan farklı bir zulmü, komünizmi anlatıyordu. Açlığı bitirme iddiasıyla, toplumun komünist partinin bahşettikleriyle yetinmek zorunda bırakıldığı, yetinmeyenlerin karşı devrim paranoyasının kurbanları olarak ölüme gönderildiği, idam edilmeyenlerin en iyi ihtimalle madenlere sürüldüğü komünizm, hürriyetin ve şahsiyetin büyük gaspçısıydı. Devrim kuramını sırtına yüklediği işçileri, devleti yönetme liyakatinde görmüyordu ve ülkeyi işçi sınıfının arkasına sakladığı bürokratik faşizmle idare ediyordu.
Rusya’da bir dönem olan biten buydu. Sol’un en büyük örgütleniş biçimi olan sendikalar, Sovyet Rusya’da yasaklıydı. Stalin zamanında, işçi devletinde işçinin haklarını savunacak sendikalara gerek yok, denilerek kaldırılmışlardı.
Oysa İngiliz Sosyalistlerinden Tony Cliff, İşçi Devleti olan Rus komünizmini eleştirirken “Eğer Rus sanayiindeki bir işçinin üretkenliği, İngiltere’deki bir işçinin üretkenliğinin beşte dördü kadarsa, öte yandan yaşam standardı İngiliz işçisininkinin dörtte biri ya da üçte biri kadarsa ve eğer İngiliz işçisinin sömürüldüğünü söylüyorsak, o takdirde onun Rus kardeşinin daha da fazla sömürülüyor olduğu sonucundan başka bir sonuç çıkarmak mümkün müdür?” diyordu.
Tek çare diye sunulan komünizm, dertlere yeni dertler eklemişti. Bugün alternatifsiz denilen kapitalizm dertlere yeni yeni dertler ekliyor.
Dünya hâlâ bu iktisat teorilerinin tepeden inme kurallarına terk edilmiş durumda.
Biz de ülkece, geleceğimizi yeniden yorumlayacak profesörlerimizin, bilim insanlarımızın faizlerin düşürülmesinin ekonomiyi nasıl kötüleştirdiği ve çözüm olarak acilen parasal sıkılaşmaya gidilmesi gerektiğini serdetmelerini seyrediyoruz. Çok acı…