Türk’ün yabancılaşması!
Nerede o eski bayramlar klişesine sığdırılmış kocaman bir gerçek var: “Bize millet olmayı mı unutturdular..?” Biz bizliğe yabancı mı kaldık…
Oyalanacağımız gündemleri memleketin bağrına koyup, temel vasıflarımızı törpülediler, belki de biz paslandırdık bizi biz yapan, millet eden sağduyulu yanımızı…
Mahalle kültürümüzü, komşuluğumuzu, selam ile başlayan alışverişlerimizi birbirimize dayadığımız sırtımızı, güvenimizi, samimiyetlerimizi çağın curcunasına kaptırmışız. Bir kargaşanın içinde gündelik telaşlarla boğuşuyoruz ve bu modern tavrın getirisi sayılıyor; bizi birbirimize kenetleyen ne varsa da geri kalmışlık kalıbına sığdırıyoruz. Öyle ki özüne bağlı kalanları da ayrıştırarak otantik çizgisi içerisinde yine farklılaştırıyoruz …
Bizi biz yapan, millet vasfını kazandıran değerler teker teker terk edilmiş. Bir düşman baskınında tek vücut oluş bir sinir ucudur, Türk milletinin bu kodu değiştirilemez ve de terk edilemez, evet ama peki ya alelade günlerde birbirimizden bir haber olmak..? Millet olabilmek aslında birbirine kenetlenmiş bir yapıda, iş birliği içerisinde hayat idame ettirmek değil midir..? Eskiden mahallelerde herkes birbirini tanırdı, kim kimin ne eksiği var bilirdi, yardımlaşma olurdu ve bu yardımlaşmalar etkinlik(!) olsun diye değil birliğin gereği olarak yapılırdı, ilan da edilmez, hasır altı kalırdı… Hırsızlıklar olmazdı haliyle, şimdi yanımızdaki insandan şüphelenir hale geldik, getirildik.
Milleti millet yapan, sahip olduğu değerlerdir. Bir milleti yok etmek, değerlerini silmekle, birbirinden soyutlayıp bencilleştirmekle başlar. Gündelik hayatta birbirinden uzaklaşan insanlar, kenetlenmemiş bir yapı oluşturur yani her an yıkılmaya hazırdır. Dolayısıyla milletleri savaşlarla, saldırılarla, silahlarla, bombalarla yıkmak mümkün değildir, aksine milli hassasiyeti baskınlaştıran daha kuvvetli bir birlik doğurur. Bir tehlike anında birlikte hareket etmek olağandır, ama normal bir zamanda birlikte olabilmek kaygısı aslında millet olma vasfının getirisidir.
Türk milletini çağları aşan, çağ açıp kapatan büyük bir millet yapan özelliği; değerleridir, kültürüdür, gelenekleridir, ahlak yargılarıdır, birlik kaygısıdır, hür vicdanıdır… Bizim kökleri sağlam bir millet oluşumuz, bu değer yargılarına sahipliğimizle alakalıdır. Şimdi baktığımızda geleneklerimizin faili modernizmin, bizi buluşturan tavırlarımızı değiştirdiğini ve bizi bencilleştirerek ait olduğumuz ortama soyutladığını görmeliyiz. Gelişim, dönüşüm olduğu anda gelişim sayılmaz. Çünkü gelişim kavramı var olan bir varlığın tüm vasıflarıyla olgunlaşması, ilerlemesi, kendi olarak yenilenmesidir ama dönüşüm başkalaşmaktır. Dolayısıyla kendi olmaktan uzaklaşırsa bir varlık başkalaşır, bu da kendi gelişimi anlamına gelmez tam anlamıyla bir yok oluş şeklidir.
Sosyal yapımızın bu olumsuz dönüşümü karakter yapısını da değiştiriyor, yani Türk olarak tanımlanabileceğimiz vasıflar zamanla bir bir kaybedilmiş durumda… Türk’ü ayırt eden o meşhur Türk tipini kaybediyoruz. Dışarıdan bakıldığında bizi tanımlayan, keskin bir ayrımla Türk tavrı olan hareketlerimiz kaybolmuş durumda…
Geldiğimiz şu durumda millet olma tavrımızı kaybetmekteyiz, kimliğimizi, karakterimizi kaybetmekteyiz. Tüm gündelik ve toplumu oyalayan gündemleri öteleyerek bu asıl soruna yönelmeliyiz, uçurumun kenarına getirilmiş değerlerimiz olmalı gündemimiz. Çünkü Türk adını dolduran vasıflarımızı tamamen kaybedersek, cihanı saran Türk adının gerçekliği tarih sayfalarında destanlaşır, geleceğin birlik arzusu bir hülyaya sığdırılır. Millet olabilme yetimizi kaybedersek, TURAN’dan söz edemeyiz. Yani önce fabrika ayarlarımıza dönmeliyiz, yabancı yazılımlardan vatan topraklarında virüs doğuran tavırlardan arınmalıyız…
Millet olabilme yetimizi kaybetmememizin öncülü milli bir hayattan geçmektedir. Milli hayatımızı yeniden benimsemeliyiz çünkü ancak o zaman kimliğimize tamamen kavuşabilir ve kimlik savunmasında gerçek bir başarı, aidiyeti sağlam bir birlik oluşturabiliriz. İşte o zaman hakiki bir refaha erişebiliriz.