Yaldızlı ekranların çürük aynası
Sanatçının toplumun aynası olması gerektiği sıkça dile getirilir. Ne var ki bugün, sanatçı sıfatını taşıyanların toplumun gerçek sorunlarına gözlerini kapattığını, toplum diye bir dertlerinin olmadığını açıkça görebiliriz.
Özellikle dizi-film sektörü, ahlaki erozyonun, kültürel yozlaşmanın, yapay ve sapkın ilişkilerin her gün yeniden üretildiği kirli bir endüstri haline gelmiş durumda.
Bugün Türkiye’de televizyon yapımlarının çoğu, toplumun derin meselelerinden uzak, yüzeysel ve yozlaşmış içeriklerle dolu.
Ekranları işgal eden hikâyelerin merkezinde, holding sahibi zengin oğlanların şatafatlı hayatları ve bu dünyaya öykünen fakir kızların ayartılma çabaları var.
Zengin çocuk-fakir kız klişesini içi boş entrikalarla süsleyerek “büyük aşk hikayeleri” kisvesi altında sunan bu yapımlar, aslında duygusuzluğun ve yüzeyselliğin pazarlandığı birer gösteriden öteye gidemiyor. Ya da suça meyilli karakterleri birer kahraman edasıyla yücelten yapımlar, karanlık işler peşinde koşan figürleri “karizmatik” ikonlar olarak ekrana taşıyor; suçu bir nevi çekici kılıyor.
Bir yapım az çok beğenildiğinde, rakip kanallar ve yapımcılar hemen aynı formülü yeniden piyasaya sürüyor. Sonuç, özgünlüğünü kaybetmiş, klişe, sığ ve her bakımdan yozlaşmış hikâyelerin, durmaksızın yeniden üretilmesi oluyor.
Peki, bu rollerin arkasındaki aktörler gerçekten “sanatçı” unvanını hak ediyor mu? Yoksa birçoğu, her türlü ahlaksızlığı, çarpıklığı ve yoz ilişkileri reyting uğruna sahneleyen, paranın ve şöhretin peşinden koşan ekran yüzlerinden mi ibaretler?
Sanatçının halkın içinde olup, onun ruhunu yakalaması beklenirken; bugünkü "sanatçılar" halkın dertlerinden uzak, kalantor bir hayatın müdavimidir. Bu yüzden kopukluk yalnızca sahnedeki rollerinin değil; bizzat yaşantılarının ve hayat tarzlarının içine sinmiş haldedir.
Sanatın ve sanatçının anlamının yeniden sorgulanması mecburidir; çünkü sanat, toplumun duyarsızlaştığı noktada bir farkındalık uyandırma gücüne sahiptir. Gerçek sanatçı, topluma ayna tutandır; onun aksayan yanlarını gözler önüne serendir, izleyiciyi düşündürüp dönüştürendir.
Topluma ayna tutması gerekenler, yalnızca reyting ve şöhret peşinde koşan, popüler kültürün kiralık figüranlara dönüştüğünde, sanatın asli görevi ortadan kalkar; toplum, gerçekliğin yerine cilalanmış hayatları görmeye başlar ve zamanla hakikatten uzaklaşıp, çürümüşlüğü bir norm olarak kabullenir. Bu durumda sanat, dönüştürme gücünü kaybeder, toplumun ruhunu beslemek yerine yozlaşmaya hizmet eder.
Ne kadar bu içeriklerin varlığından şikâyet etsek de, bu yapımların yüksek reytingler almasında toplumun da rolü yok mudur? Vardır elbette, fakat endüstrileşen kültür ve sanat ürünlerini hayatın gerçeklerinden kaçış yolunda tüketen toplum, ne yazık ki bu kaçışın kendi yozlaşmasına katkı sunduğunun farkında değildir. Bu bilinç seviyesinden yoksun olan kitle kültürü, ekrandaki sahte hayatları birer gerçeklik, ilişki modellerini de rol model olarak benimserken; kültürel erozyonun boyutları fark edilmeden derinleşmektedir.
Sanatçının doğru yolu gösterecek bir rehber olması gerekirken, bu "sözde sanatçılar" zehirli bir dünyanın kapılarının aralayıcısıdır. Ekrandaki sahte kahramanları, yapay cazibeyle 'cool'laştırılmış tipleri hayranlıkla izleyen kitleler ise, kendi çöküşlerinin alkışlayıcısıdır. Hâlbuki hayran oldukları şey, aslında apaçık bir yozlaşmanın, değerleri değersizleştiren bir dekadansın simgesinden başka bir şey değildir.