Türk Devlet felsefesi ve Türk Dış Politikası
15 Temmuz hain darbe girişimi sonrasında Türk dış politikası ciddi dönüşümler yaşadı ve son yıllarda önemli ilerlemeler katetti. Bu çerçevede Orta Doğu’dan Kafkaslara, Doğu Avrupa’dan Orta Asya’ya izlenilen siyaset bir nevi öze ve geleneğe dönüş niteliği taşımaktadır. Bu sürecin mimarı olarak değerlendirebileceğimiz Cumhur İttifakı’nın bu konudaki önemli referanslarından birisinin de Türk devlet felsefesi olduğu görülüyor. Bu nedenle Türk devlet felsefesini ve Türk dış politikasına yansımalarını analiz etmek ciddi bir konu olarak önümüzde duruyor.
DEVLET KURMAK
Türk dış politikasına dışarıdan bakan gözler son yıllarda ciddi dönüşümleri ve ilerlemeleri not ediyor. Türklerin başka hiçbir milletle karşılaştırılamayacak genişlikteki coğrafyalarda hüküm sürmeleri, değişik zaman dilimlerinde başat güç olmaları, iniş-çıkışlarla dolu tarihi seyirleri ve mevcut durumları Türklerin devlet felsefelerini araştırmayı zorunlu kılıyor.
Devlet kurmak; insanların bir arada yaşamaları için gerekli şartlardan birisi olarak kabul edilir. İnsanlar toplum hâlinde yaşar ve olumlu ya da olumsuz her türlü insani gelişme imkânlarını toplum içerisinde gerçekleştirirler. Hiç şüphesiz ki devletlerin felsefesi milletlerinin zihniyetinde gizlidir; o zihniyete yabancı olanın o felsefeyi anlaması mümkün değildir. Zihniyet de kolayca anlaşılabilecek bir husus değildir; işin içerisine dildeki anlamlar, coğrafya, dini değerler ve gelenekler girer.
SU KAVRAMLARI
Tarihi sürece baktığımızda Türklerin devlet anlamında kullandığı ilk kelime “il” kelimesidir. İl kelimesi; devlet, ülke, devlet düzeni gibi çeşitli anlamlara gelir. Eski Türkler il ile ifade ettikleri devleti sonu olmayan, ölümsüz bir varlık olarak tahayyül eder. Kaşgarlı Mahmud’un “Divanü Lugat-it-Türk” adlı sözlüğünde de il kelimesinin barış anlamında kullanıldığı bilinir. Bu durum devlet ve sulh kavramlarının birbirlerine tek kelimede nasıl bağlı olduğunu göstermesi açısından önemli görülmelidir.
Ziya Gökalp’e göre il kelimesinin mistik bir anlamı da bulunmaktadır. Buna göre il; eski Türklerde “sulh dini” anlamına gelecek bir inanç sistemidir. Bu inanç sistemini kabul edenler sulh dairesine/ il dairesine girmiş olurlardı.
Eski Türklerin kullandığı il kelimesinin yerini Türkçeye, Türklerin İslamiyet’e katılması ile birlikte dâhil olan “devlet” kelimesi alır. Devlet kelimesi; “değişmek, bir hâlden başka bir hâle dönmek; dolaşmak, üstün gelmek, zafer kazanmak” anlamlarına geliyor. Devlet kelimesi Batı dillerinde ise durmak, yerleşmek anlamına gelen Latince “status” kelimesinden türetilen state, état gibi kelimelerle karşılanıyor. Latin kökenliler yerleşik olmayan topluluklara; Türkİslam kökenliler de hareketli olmayan, işlerini çekip çeviremeyen bir mekanizmaya devlet denemeyeceğini bu şekilde ifade ediyorlar. Platon “Kanunlar” diyaloğunda ideal devletin nüfusunu beş bin vatandaştan ibaret tasavvur ederken “Milletimiz çok olsun” ifadesi Türklerin destanlarında değişmez bir vurgudur. Örneğin Eski Yunan’da en ideal ülke olarak site halkının ekip biçtiği yere kadar uzanan ülke görülür. Aynı dönemde Türkler ise “güneş bayrağımız olsun gökyüzü çadırımız” anlayışındadır. Tarih kavramını hayatın üstün bilgisi kabul eden Romalılar devletlerini de Roma Acterna/Ölümsüz Roma diye vasıflandırırken Türkler devletlerini sonsuza kadar yaşatacaklarına inandıkları için devlet-i ebed-müddet (sonsuza kadar sürecek devlet) olarak nitelendirmişlerdir.
SİYASİ TEŞKİLATLAR
Milletlerin devlet tarzı ve anlayışını etkileyen en önemli etmenlerden birisi coğrafyalarıdır. Diğer milletler gibi Türklerin coğrafyaları da kendileri üzerinde ciddi etkilerde bulunmuş ve onları kuvvetli siyasi organizasyonlar kurmak zorunda bırakmıştır. Türk milletinin siyasi coğrafyasını ana hatlarıyla tasvir etmeye çalışırsak İç Asya, İran Platosu, Anadolu, Doğu Avrupa gibi jeopolitik açıdan değerli bölgeleri görürüz. Bu coğrafya Türk milletini her zaman için güçlü olmak ve sağlam teşkilatlar kurmak mecburiyetinde bırakmıştır. Türklüğün ve Türk devlet felsefesinin doğduğu yer olan İç Asya havzası aşırı genişliği, sert iklimi, denizlere kapalılığı, büyük ticaret yollarına uzak konumu ile kolayca medeniyet tesisine ve ayakta kalmaya pek de elverişli bir ortam olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bölgenin kuzeyinde buzdan stepler, güneyinde ise denizlere ve ticaret güzergâhlarına ulaşmak için önündeki yollarını kesen Çin ve İran gibi kuvvetli siyasi teşkilatlar bulunmaktadır. Türkler bu kritik alanda kısılıp yok olmamak için bu coğrafyayı aşarak güç sahibi olmak zorunda kalmışlardır. Tek başına bu etmen dahi Türklerin niçin bu kadar hareketli, niçin bu kadar fütuhatçı olduklarını açıklamaya yardımcı olabilir.
Devlet olabilmek için öncelikle iki şeye ihtiyaç vardır. Bunlardan birisi fiziki güç diğeri ise meşruiyet. Bu ikisi arasında meşruiyet kavramı çok daha fazla önemli. Meşruiyet, gücün bir anlamda yönetmeye hakkı olduğunun ifadesidir. Meşrulaştırma çeşitli şekillerde sağlanabilir. Bunlardan birisi de günümüzde hâlâ bir kod olarak varlığını sürdüren kut ve töre kavramlarıdır. İslam öncesi Türk toplumunun göze çarpan en önemli özelliği, töreye bağlılığıdır. Türklerdeki töre anlayışı devletin önündedir ve devletin gücünün sınırlarını belirler. Töre, hükümdarın halkının refahı için yapması gereken görevleri ve tebaanın da buna karşılık sorumluluklarını belirleyen yazılı olmayan kanunlardır. Adalet, akıl ve eşitlik üzerine bina edilen töreler, Türkler için devlet olmanın da vazgeçilmez bir unsurudur.
Bu yüzden Türk düşünce yapısında töre ve devlet birbirinden ayrılmaz şekilde bağlıdır. Töre, güçlü düşmanların varlığı ve zorlu coğrafi şartlarda merkezi otoritenin kurulması, devletin vücut bulması ve milli birlik ve beraberliğin sağlanmasında kilit rol oynamıştır. Egemenliği sınırlandıran ve meşruiyetine ölçü olan bu töre anlayışı hukuka bağlılık şuurunun ruhudur. Kut ve töre, devleti yönetenler ve millet arasında bir tür sosyal kontrat olarak da görülebilir. Millet ancak kut sahibi olan ve töreye boyun eğen iktidarları meşru kabul eder ve ona biat ve itaat eder. Kut, Tanrı tarafından devlet başkanına ihsan edilen yönetme yetkisi, daha doğrusu görevidir. Türklerin İslamiyet’i kabulü ile birlikte töreye bağlılık İslam hukukuna bağlılık hâlini alır.
CİHAN HÂKİMİYETİ ANLAYIŞI
Türk devlet felsefesinin en önemli yapıtaşlarından birisi de üniversalist devlet anlayışıdır. Üniversalist devlet/ cihanşümul devlet/evrensel devlet/kâinat devleti anlayışına göre nasıl ki dünya kâinatın merkezinde ise “Türk yurdu” da fiziki olarak dünyanın merkezindedir; dünyayı idare etmek de Türklerin görevi ve hakkıdır. Cihan hâkimiyeti anlayışı Türklerin İslam’a intisap etmesinden sonra da önemini korumaya devam etmiştir.
Mevcut anlayışa “İ’lâyı Kelimetu’llah” misyonu da yüklenmek suretiyle İslamileştirilerek daha da kutlu bir şekle dönüştürülmüş, mana ve muhtevası da çok daha ileri seviyede zenginleştirilmiştir. Bu siyaset anlayışı bütün Türk tarihi boyunca güçlü bir töre olarak devam etmiştir. Türk devlet felsefesini analiz eden temel metinlerden birisi olan Kutadgu Bilig’de hükümdarın belli başlı özellikleri sayılmıştır. Kutadgu Bilig’den hareketle hükümdarın görevlerini özetleyecek olursak; hükümdar halkı tok ve bayındır kılmakla, gerekli kanunları çıkararak düzeni gerçekleştirmekle, devletin devamı için çeşitli faaliyetlerde bulunmakla görevlidir. Özetle Türk devlet felsefesinde hâkimiyetin kaynağı ilahi olmakla birlikte, siyasi düzen dünyevidir. Hâkimiyet kut sahibi devlet başkanında toplanmış ancak bu hâkimiyet töre ile kısıtlanmıştır. Tüm bu verilerden hareketle diyebiliriz ki Türk devleti ideal bir dünya devleti olarak düşünülmüştür.
TÜRK VE TÖRESİ
Bir milletin devlet felsefesini analiz ederken üzerinde durulması gereken bir husus da “öteki” anlayışıdır. Çeşitli toplumlarda kendisinden olmayanı dışlayan anlayışlar görülür. Örneğin Romalı değilseniz “barbar”, Arap değilseniz “Acem” olarak nitelendirilirsiniz. Türklerde bu tarzda ırk temelli ötekileştirme görülmez. Türk adının bir manası da ‘töreli’ demektir. Bu anlamda Türk olmanın şartı töreye uymaktır. Töreye uyan kimse Türk’tür.
Bu noktadan hareketle Cumhur İttifakı döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika uygulamalarını analiz ettiğimizde öze ve geleneğe dönüşü görebiliriz. Zaten kelime kökeni olarak gelenek; gelene-ek olandır; geçmişte kalan değildir. Bu dönemde benimsenen proaktif dış politika anlayışını göz önüne getirdiğimizde ve Doğu Avrupa’dan Kafkaslara, Kafkaslardan Türkistan’a/Orta Asya’ya atılan adımlara baktığımızda bahse konu geleneğin izlerini müşahede etmekteyiz. Yukarıda bahsedilen Türklerin siyasi coğrafyasına vurgunun arttığını, cihanşümul devlet anlayışının hâkim olduğunu görmekteyiz. Son dönemde yaşanan gelişmeleri bu minvalde analiz ettiğimizde Zengezur dehlizinin açılarak Azerbaycan ve Türkiye’nin birbirine ve Türk dünyasına doğrudan bağlanması; bu koridor üzerinden Türkiye’nin Hazar Denizi ve Türkistan’a kolaylıkla açılacak olması, Irak ve Suriye’de gerçekleştirilen operasyonlarla Batı ve Doğu Türkmeneli’nin güvenliğinin sağlanması en somut örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır. Hülasa, Cumhur İttifakı döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin yürüttüğü dış politika ve uygulamaları Türk devlet felsefesine uygundur ve bu felsefeye güzel bir katkıdır.