Suriye’de yeni dönem ve Türkiye
2011’de taleplerini duyurmak için sokağa çıkan Suriye halkına Beşar Esed liderliğindeki Baas Rejimi’nin ağır silahlarla karşılık vermesiyle patlak veren iç savaş, on yılı aşkın süreden sonra HTŞ ve SMO’nun başkent Şam’a girmesiyle sona ermiştir. Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin veciz ifadeleri ile “2011 yılının Mart ayından itibaren derin ve denetimsiz çalkantılarla bocalayan, birbirine eklemlenerek büyüyüp genişleyen dev krizlerle boğulan Suriye’de 8 Aralık’tan geçerli olmak üzere bambaşka bir siyasi gerçeklik meydana gelmiştir.” Bahse konu dev krizler ve iç savaş bölgesel boyutta önemli siyasî ve ekonomik sonuçlar doğurmuş, Suriye büyük güçlerin kapasitelerini test ettiği bir rekabet alanı haline de gelmişti. Yeni dönem ile Suriye krizine müdâhil olan çeşitli aktörlerin siyasetini gözden geçirmek suretiyle gerek vekil unsurlar aracılığıyla gerekse de doğrudan gerçekleştirdikleri girişimleriyle konumlarını tahkim etmeye çalıştıkları görülmektedir.
Tarihte de günümüzde de Suriye’nin de içerisinde bulunduğu Orta Doğu bölgesi, bir yandan cehennem çukuru olarak tasvir edilirken diğer yandan da cennet bahçesine dönüşebilen bir yer olarak tahayyül edilmiştir. Yani zıtların birbirine dönüşebildiği bir diyalektikten bahsediyoruz: Orta Doğu/Suriye Diyalektiği. Yine tarihten bugüne müşahede etmekteyiz ki adına Orta Doğu dediğimiz bu koca coğrafya, dilini/kurallarını anlamayanları boğmakta, bilenleri ise el üstünde tutmaktadır. Bilindiği üzere, tarihin en prestijli imparatorluklarının kurulduğu, en eski medeniyetlerin neşet ettiği ve en büyük dinlerin temellendirildiği coğrafya burası olmuştur. Bu nedenle sadece sert gücüne güvenerek bölgeye dışarıdan gelen büyük güçlerin buradaki saltanatı pek de öyle uzun ömürlü ve huzurlu olamadığı gibi, sadece yumuşak güç unsurlarıyla bölgede tutunmaya çalışan güçlerin de muvaffakiyetleri pek mümkün olmamıştır.
Kolonyal dönemden sonra Orta Doğu; Saddam Hüseyin, Kaddafi ve Esed ailesi gibi çeşitli diktatörlüklerin yönetimine şahit olmuştur. Bu diktatörlükler emperyalizmin çizdiği sınırlar dâhilinde ülkelerini yönetmiş ve totaliter hapishane devletleri kurmuştur. 1960’lardan itibaren onlarca yıl boyunca Suriye’ye ve Irak’a hâkim olan seküler Arap milliyetçiliği ile Doğu Bloku tarzı sosyalizmin zehirli karışımı olan Baasçılık; Suriye’de Esed ailesi ve Irak’ta Saddam Hüseyin rejimlerini Arap dünyasında tamamen benzersiz kılmıştır. Bu rejimler sadece kendi toplumlarını tahrip etmekle kalmamış, kendilerine alternatif her ne varsa hepsini yok etmiştir.
Sykes-Picot düzeninin yapay devletlerinden birisi olan Suriye’nin Orta Doğu’daki çalkantının merkez üssü olmaktan çıkmasının anahtarı Türkiye’dedir. Zira Türk İmparatorluğu’nun dağılmasından ve yapay sınırlarla yeni devletlerin oluşturulmasından bugüne bölgede kan ve gözyaşı hiç dinmemiştir (Çok değil 150 sene önce bugün Kuzey Suriye ve Kuzey Irak olarak nitelendirdiğimiz bölgeler, Türk İmparatorluğu’nun Halep Vilayeti, Diyarbekir Vilayeti, Rakka Vilayeti ve Musul Vilayeti idi). Önümüzdeki süreçte Türkiye’nin de desteğiyle Suriye’de yapılması gereken ilk şey, demokrasi inşasından ziyade düzeni yeniden kurmak olacaktır çünkü bir düzen tesis edilmeden hiç kimse için özgürlük mümkün değildir.
Türkiye Cumhuriyeti, Suriye’de 2011’den bu yana Esed Rejimi karşıtı hareketleri (başlangıçtaki uluslararası konsensüsün bozulması sonrasında uluslararası arenada yalnız kalmak pahasına da olsa) desteklemiştir. Ayrıca 2016 yılında Fırat Kalkanı Harekâtı ile başlayıp uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kullanarak Suriye sahasına bizzat müdahale etmiştir. Türkiye, sivil, askerî vd. tüm unsurları ile bölgede Suriye halkının yanında olmuştur, bu mücadele için hem maddî hem de manevî ciddi bedeller ödemeye de devam etmektedir. Dolayısıyla buradaki mücadele sadece Suriye halkının bir özgürlük mücadelesi değil, aynı zamanda Türkiye için de bir beka sorunudur. Önümüzdeki süreçte Suriye’de ortaya çıkacak olumlu manzara Türk dış politikası için sadece Suriye’de değil tüm cephelerde kendisine büyük bir kazanım sağlayacak sonuçlar doğuracaktır.
Bugün geldiğimiz noktada Türkiye’yi sadece ve yalnız Türkiye olarak düşünmek mümkün değildir. Çünkü Türkiye’yi, sadece ve yalnız Türkiye olarak düşünürseniz, O’nun ne olduğunu tam olarak anlayamazsınız. Tyutçev’in Rusya için söylediklerini Türkiye için de söylemek mümkündür: “Akılla anlaşılmaz, cetvelle ölçülmez, nev-i şahsına münhasır bir ruhu vardır, O’na ancak iman edilir”. Böyle söylenebilir; çünkü, tıpkı tarihte olduğu gibi bütün Türk ve İslam Dünyası’nın yükü Türkiye’nin omuzlarındadır. Tarihin bu önemli kırılma noktasında romantizme kapılmadan Thomas Hobbes’un “Kılıcın zoru olmadığı takdirde ahidler sadece sözlerden ibarettir” vurgusunu da akıldan çıkarmadan hareket etmek faydalı olabilir. Zira biliyoruz ki bu coğrafyada zor oyunu bozar.