Korona rehaveti sevdi!
İki bin yirmi yılına koronavirüs kâbusu ile girdik. Bu süreçte insanlar kısıtlamalarla yaşamaya başladı. Küresel boyutta olduğu, genelleşmiş ve belirsiz olduğu için bu krizden çıkmak uzun zaman alabilir. Bugünkü krizin en belirgin özelliği süresidir.
Kovid-19 insanlığın yaşadığı ilk salgın değil, son da olmayacak belki. İlk salgının MÖ 430’da Yunanistan’ın Atina kentinde, veba salgını olarak yaşandığı belirtiliyor. 20. yüzyılda da İspanyol gribi, Aids, Mers, domuz gribi ve Sars gibi çok sayıda virüs kaynaklı salgın yaşanıyor.
Ülke olarak biz de salgının ilk zamanlarında temizlik, maske kullanımı ve fiziksel mesafeye dikkat ederek, hayatımızdan kısa sürede çıkaracağımıza son derece inanmıştık. Bu inanmışlıkla salgından korunmak için uygulanan kısıtlamalara ve önerilere harfi harfine uyduk. Bir taraftan da ülkemiz genelinde yardımlaşma, fedakârlık ve duyarlılık son derece önemsendi.
Özellikle büyükşehirlerde salgından korunmak için uygulanan kısıtlamalar, yaşamı her açıdan (ekonomik, sosyal, kültürel) aksattı. Fakat salgın sürecinde kırsalda yaşayan insanlarımız özellikle çiftçilerimiz, herhangi bir kısıtlama yaşamadı. Hatta şehirde yaşayanlar için vatandaşlar; Çiftçi Kayıt Sistemi’ne (ÇKS) kayıtlıysa, rahatlıkla ekonomik koşullarına göre tarımsal faaliyetlerini sürdürdüler ve 83 milyon Türkiye insanının beslenme ve barınmasına destek verdiler. Bu süreçte köylerde yaşayan çiftçilerimiz virüse yakalanmadan bugünlere kadar geldi.
İçinde bulunduğumuz bu süreçte, yalnızca Kovid-19 mutasyona uğramadı, insanlarımızın salgına yaklaşımı da mutasyon geçirdi. Büyükşehirlerden misafir kabul eder, hacdan gelenleri ziyaret, bayram, düğün, nişan, kına ve asker uğurlama gibi etkinliklerde fiziksel mesafeye dikkat etmez, maske takmaz, kahve önlerinde, muhtarlık önlerinde toplanır olduk. Sonuç olarak ülkemiz kırsalının birçok bölgesinde özellikle temiz havası, insan yoğunluğu az diyerek rehavete düşülen köylerde de vakalar oldu, üstelik son günlerde vakalarda artışlar yaşanır oldu.
Gözle görülmeyince yokmuş gibi hareket ediliyor ya da virüs kırsalda, özellikle köylerde bitmiş gibi bir rehavetle meseleye yaklaşılıyor ancak, durumun ciddiyetinin farkına varmamız için illa bir yakınımızın ya da sevdiğimizin bu virüsün pençesine mi düşmesi gerekiyor?
Bu salgın hastalığa neşteri vurup, bir an önce hastalık yayılımının önünü kesmemiz lazım. Aksi hâlde hayatımızın kuralı hâline gelerek, olabildiğince hızlı bir şekilde tedavi edilebilecek ara sıra nükseden rahatsız edici bir hastalık olmaktan çıkıp, maske ile yaşamaya alışmak zorunda olduğumuz, gündelik bir sorun hâline gelerek milyonlarca insanın kaderini belirler ve geleceğimizi etkileyebilir.
Koronadan sonra marketler ve pazarlar insanları zorluyor!
Ülkemize 11 Mart’ta virüsün de sıçraması sonucu, zamların en çok vurduğu alan, gıda sektörü oldu. Dolayısıyla insanların virüsün ekonomik etkisini en çok hissettiği yer ise marketler ve pazarlar.
Salgın sonrası birçok iş kolu olumsuz etkilenirken, marketçiler ve tedarikçiler tarafından gıda ürünlerine ciddi anlamda zamlar yapıldı. Salgının market fiyatları üzerindeki etkisinin nedeni olarak dış alımın durdurulması ve üreticilerin (çiftçilerin) kademeli olarak fiyatlarını arttırmasından kaynaklandığını belirttiler. Kısaca maliyet enflasyonu oluştu! Bazı ürünlerin tarla çıkış fiyatları ile market fiyatlarına baktığımızda söyleyecek sözümüz “rakamlar asla yalan söylemez” oldu.
Markaları ve gramajları aynı olmasına rağmen bir ürün büyük zincir marketlerin birinde A TL’ye satılırken, aynı ebattaki ürün (aralarında üç bina var) diğer büyük zincir markette B TL’den satılıyor. Buna nasıl bir açıklama getirirler çok merak ediyorum. Fiyatlar arttırılamazsa, gramajlar veya adetler azaltılarak zamlar yansıtıldı.
Paketlenmiş ürünler çikolatasından çekirdeğine, labne peynirinden kaşar peynirine fiyatlarda artış yapılamıyorsa “gramajlar düşürülüyor” bu yönteme ne demeli, neresinde iyi niyet aramalı söyler misiniz?
Büyük marketler giderlerinin daha fazla olmasını ve değişen maliyetlerini can simidi olarak kullanmaya çalışsalar da bu kadar fiyat farkının “normal olmadığını” çocuklar dahi bilir.
Sorun fırsatçı insanlarımızda, yani sorun bizlerde. Tarım politikasından önce bize “sosyal politika” lazım… İnsan erozyonu mu yaşanıyor bu ülkede?
Bizim insan olarak paradokslarımız (çelişki, açmaz) bitmiyor.
Doğru söylüyoruz ama yanlış yapıyoruz.
Güzel sözler söylüyoruz ama güzel uygulamalar yapmıyoruz.
Birbirimizi sevdiğimizi söylüyoruz ama bunun gereklerini yerine getirmiyoruz.
Kazandıklarımızı görüyoruz ama kaybettiklerimizi göremiyoruz.
İçki içiyoruz ama domuz eti yemiyoruz.
İnançlarımız olduğunu ifade ediyoruz ama inançlarımıza göre hareket etmiyoruz.
Ne yazık ki yaşanan her krizden fırsat çıkaranlar yüzünden çiftçilerimiz ve tüketiciler hem maddi hem de manevi bedel ödüyor.
Şimdiye kadar yapılanları bir kenara bırakıp “bismillah” dediğimiz işlerimizde “elhamdülillah” diyebilmek ümidiyle…