ABD’li albaydan malumun ilamı
Türkiye sınırlarına yeni üsler kuran, Ege adalarına çıkmaya hazırlık yapan, 15 Temmuz darbe girişiminde tutuklanan darbecileri “müttefiklerimiz” şeklinde tanımlayan, Türkiye’nin peşin ödemesini yaptığı F-35 savaş uçaklarının teslimatını engelleyen, güney sınırımızın hemen dibinde ülkemizi bölmek isteyen teröristleri eğitip donatan ABD’nin memleketimizin dostu mu düşmanı mı olduğunu sormak bile anlamsızdır.
Türkiye ve ABD arasında, soğuk savaş dönemine dayanan antika bir ilişkinin ve ihracat/ithalat gereksinimlerinin dışında tam bir düşmanlık havası hâkimdir.
Douglas McGregor isimli ABD’li bir emekli albayın bir söyleşide, “Türkiye'ye saldırması için Suriye'de PKK'yı hazırlıyoruz” ifadelerini kullanması bu minvalde kimsenin hayretini uyandırmayan bir malumun ilamı durumu olmuştur.
Türkiye ve ABD birbirini nakzeden iki ayrı devlet geleneğine ve medeniyet ufkuna sahiptir.
Sadece Gazze halkının dünyasını başına yıkan soykırımcı İsrail’e yaklaşım konusuna bakıldığında bile, iki ülkenin birbirini nakzeden yaklaşımları, Türkiye’nin insan merkezli ve hakkaniyetli medeniyet geleneğiyle ABD’nin yeryüzüne fesat saçan insanlık dışı uygulamalarının samimi bir müttefiklik ilişkisine engel olduğunu göstermektedir.
Elbette devletler menfaatleri gereğince diğer devletlerle ikili ilişkilerini hukuk, diplomasi, ticaret gibi bağlantılar üzerinden sürdürmekte haklıdır.
ABD’nin Türkiye’ye karşı takındığı bu ikiyüzlü tavrın perde arkasında yatan gerçek ise bölgesel ve küresel dengelerde Türkiye’nin bağımsız ve güçlü bir aktör olarak yer almasının önüne geçme arzusudur. Her ne kadar müttefiklik kisvesi altında sunulsa da Washington’un Ankara’ya dayattığı politikalar, esasen bir vesayet ilişkisi inşa etme girişiminden başka bir şey olmamıştır.
Türkiye, bölgesinde kendi kaderini tayin etme iradesi gösterdiğinde, sözde müttefiklerinin bir anda nasıl cephe aldığını defalarca tecrübe etmiştir. Doğu Akdeniz’den Suriye’ye, Kafkasya’dan Karadeniz’e uzanan geniş coğrafyada, Türkiye’nin milli çıkarlarını savunma çabaları, ABD ve Batı tarafından “yayılmacılık” olarak görülürken, Ermenistan’ın ve Yunanistan’ın kışkırtıcı eylemleri, İsrail’in soykırım uygulamaları, PKK’nın sınırlarımızı çevreleyen terör etkinlikleri “meşru müdafaa” hakkı olarak lanse edilmektedir.
Bu çelişkiler uluslararası siyasetin ahlaki bir zemine oturmadığını, aksine güç dengelerinin şekillendirdiği kirli bir oyun olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. “Dostluk” maskesi altında sürdürülen bu aldatmacanın farkına varmak, Türkiye’nin gelecekteki jeopolitik stratejilerini belirlemede kilit önemdedir.
Görünen o ki, Türkiye’nin önünde iki seçenek durmaktadır: Ya ABD ve Batı eksenine sıkı sıkıya bağlı kalacak, bu uğurda ulusal çıkarlarından taviz verecek; ya da kendi yolunu çizecek, bölgesel ve küresel güçlerin oyun kurucusu olma hedefinden geri adım atmadan, bağımsızlığını pekiştirecektir.
İkinci seçenek, elbette bedeli ağır bir mücadeleyi gerektirir ve şimdi yapılan da bundan başka bir şey değildir. Çünkü tarih, bağımsızlık için verilen mücadelenin onurunu taşımayan milletlerin emperyalizmin boyunduruğu altında ezildiğini defalarca kanıtlamıştır.